31 Ekim 2013 Perşembe

-Kur-an'ın Kitap Haline Dönüştürlmesi-

Bildiğiniz üzere arapça dünyanın en zor dillerinen biridir. Hem alfebe olarak farklıdır hemde yazım teknikleri olarakta çok zor ve karışık bir dildir. Hz.muhammed'e ilk vahiyi geldiğinde Muhammed okuma yazma bilmiyordu. Daha sonra öğrenip  öğrenmediğini de bilmiyoruz fakat üzerinde durmak istediğim konu şu: zamanla bütün bu vahiy parşömenlerini(ayetleri) kim nezaman ve nasıl bir araya getirerek kitap haline getirmiştir. Bu kişinin Hz.Ömer olduğu bilinir. Hz. Ömer bütün vahiyleri bir araya getirerek kur-an'ı kitap haline getirmiştir.
Fakat baştada söylediğim gibi arapça öyle karmaşık bir dildir ki tek bir noktanın bile yerini değiştirseniz cümle anlamı tamamen değişir. Dolayısıyla parça parça indirilen ve bir kısmı biyerde bir kısmı başka bir yerde indirilen vahiyleri biraraya getirip onları bir kitap haline getirmek için temize çekerken hiçbir yalnışlık yapılmadığını düşünmek mümkün değil. Hele ki günümüzde orjinal(ilk hali) bir kur-an bulmak bana göre imkansızdır. Bunu şöyle düşünün; yanyana 100 kişiyi dizin ve en baştaki kişinin kulağına bir cümle söyleyin sonra bu kişinin o cümleyi yanındaki kişinin kulağına söylemesini isteyin.. bu böyle sona kadar devam etsin sıra son kişiye geldiğinde bu cümleyi yüksek sesle söylemesini isteyin. Göreceksiniz ki sizin söylediğiniz cümleyle alakası yok. Dolayısıyla 1400 yıl önce dünyanın en karmaşık dillerinden biri olan arapça ile yazılmış bir kitabın orjinalini bulmak pekte mümkün değil. Hatta bu konuyla ilgili National Geographic'nin bir belgeselinden küçük bir kesit sunacağım. Vakit ayırıp izlerseniz bilimin sizlere ne kadar açık ve gerçeği gösteren bir ışık olduğunu görebilirsiniz.


16 Ekim 2013 Çarşamba

-Milgram Deneyi-



Sinirbilim Bilgileri

Yale Üniversitesi'nden psikolog Dr. Stanley Milgram tarafından yapılan bu deney, insanların ororiteye nasıl boyun eğdiklerini anlamak amacıyla 1961 senesinin Temmuz ayında yapılmıştır. Deneyin kilit noktası, deneklerin şahsi vicdanlarıyla çelişen unsurların varlığına karşı otoriteye nasıl boyun eğdiklerini gösterebilmektir. 


Deney, Kudüs'te görülen bir Nazi savaş suçlusu olan Adolf Eichmann'ın davasının başlangıcından 3 ay sonra yapılmıştır. Milgram'ın deneyine ilham veren soru şudur:

"Soykırımın sonuçları, Eichmann ve benzerleri tarafından da benimsenmekte miydi, yoksa bu kişiler, otoriteye boyun eğdikleri için mi soykırım yaptılar?"

Bir diğer deyişle Milgram'ın deneyi, kişilerin şahsi görüş, düşünce ve vicdanlarına rağmen otoritenin emirlerini yerine getirmeye olan yatkınlıklarını analiz etmek amacıyla yapılmıştır.

Deney içerisinde 3 kişi bulunmaktadır: denek (T ile gösterilmiştir), aktör (L ile gösterilmiştir) ve araştırmacı (E ile gösterilmiştir). Araştırmacı, otoriteyi temsil etmektedir ve emirleri veren taraftır. Denek, öğretmeni temsil etmektedir ve otoriteden gelen emirleri uygulayan konumundadır. Aktör ise öğrenci rolündedir ve öğretmenden gelen uyarılara maruz kalan taraftır. Burada, "aktör" denmektedir, çünkü esasında öğrenci konumunda olacak kişi, deneyi düzenleyen araştırmacı tarafından önceden bilgilendirilmiştir ve rol yapacaktır. Ancak bunu denek bilmez.

Deneyden önce, denek ve aktör olan kişiye, rollerini belirlemek üzere, sanki rastgele belirleniyormuş etkisi yaratmak için üzerinde roller yazılı iki kağıttan birini rastgele seçmeleri istenir. Esasında iki kağıtta da, "öğretmen" yazmaktadır, dolayısıyla denek olacak kişi kesinlikle öğretmen olacak, önceden ayarlanmış aktör ise öğrenci konumunda kalacaktır. Bundan sonra öğretmen ile öğrenci birbirinden ayrı odalara konur.

Öğretmen rolündeki deneğe, deney öncesinde bir şok verilir ve kendisi, deney sırasında öğrenciye şok verdiğinde öğrencinin deneyimleyeceği acıyı deneyimlemesi sağlanır. Sonrasında, kendisine birkaç çift kelime verilir ve öğrenciye bu kelimeleri öğretmesi istenir. Öncelikle, elindeki listedeki sözcükleri aktöre, yani öğrenciye okur. Sonrasında, bir kelime ve o kelimeyle eşleşebilecek 4 şık okur. Eğer ki öğrenci, hatalı şıkkı seçerse, öğretmenin kendi eliyle elektrik şoku vermesi gerekmektedir. Her bir hatalı cevaptan sonra elektrik şokunun şiddeti 15 volttan başlayarak, her sefer 15 volt arttırılacaktır. Eğer ki öğrenci doğru cevap verirse, öğretmen bir sonraki soruya geçecektir.

Denek konumunda olan ve öğretmen rolündeki şahıslar, öğrenci konumundaki aktörlerin gerçekten de şok aldığını sanmaktadırlar. Halbuki, herhangi bir şok uygulanmamaktadır. Aktörün bulunduğu ayrı odada bulunan bir ses kayıt cihazı sayesinde, her bir elektrik şoku seviyesi için ayrı bir ses verilir ve aktör, sanki gerçekten acı çekiyormuş gibi inler.

Deneyin can alıcı noktası burada başlar. Kimi denemede, aktör, rollerin belirlenmesi sırasında deneği, kendisinde bir kalp sorunu bulunduğuna ikna ederek duygusal bir koşul oluşturur. Kimi denemede ise bu yapılmamıştır. İki durumda da, her yanlış cevaptan sonra verilen şoktan ötürü aktörün verdiği tepkiler (bağırma, inleme, ağlama, vs.) artar ve bir noktadan sonra aktör, duvarlara vurarak acıyı iyice anlatmaya çalışır.

Denek konumunda olan öğretmen, eğer ki bunlara dayanamayarak deneyi durdurmak isterse, ona her talebinden sonra araştırmacı tarafından kendisine şu cümleler söylenir:

1. Lütfen devam edin.
2. Deney gereği devam etmeniz gerekmektedir.
3. Devam etmeniz gerçekten çok önemlidir.
4. Başka seçeneğiniz bulunmuyor, devam etmek zorundasınız.

Eğer ki 4 durdurma denemesi sonrasında, denek halen durdurmak isterse, deney gerçekten de durdurulur. Eğer ki otoritenin bu emirlerine boyun eğecek olursa, deney her yanlış cevapta 15 volt arttırılacak şekilde şokların denek tarafından, kendi elleriyle uygulanmasıyla devam eder.

Ayrıca deneyde, deneğin, aktörün durumuna yönelik sorularına karşı da ön cümleler belirlenmiştir. Örneğin, eğer ki denek, öğrencide kalıcı hasar olup olmayacağını soracak olursa, kendisine şu söylenir:

"Her ne kadar şoklar acı verici olsa da, kalıcı bir doku hasarı oluşturmayacaktır, lütfen devam edin."

Benzer şekilde, eğer ki aktör, içerideki odadan deneyin durdurulması için yalvaracak olursa ve denek de bunu bahane ederek deneyi durdurmak isterse, şu söylenmektedir:

"Öğrencinin hoşuna gitse de, gitmese de, her bir kelime çiftini öğrenene kadar devam etmek zorundasınız, dolayısıyla lütfen devam edin."

Eğer ki denek, bu emirlere boyun eğerek şok vermeyi sürdürürse, art arda 3 defa 450 voltluk şok verdikten sonra (ki bu, neredeyse kesin olarak her insanı öldürecektir), deney durdurulur.

Deneyden önce Milgram, insanların genel olarak kendileri böyle bir deneye tabi tutulsalardı, nasıl tepki vereceklerini anlamak için Yale Üniversitesi öğrencilerine ve akademisyenlerine bir dizi anket uygulamıştır. Anket uyguladığı kişilere, 450 voltluk maksimum şoku, böyle bir deneyde uygulama ihtimallerini 0'dan 4'e kadar 5 kademeli bir puan değeri üzerinden değerlendirmelerini istemiştir. Ankete katılan 100 öğrenciden hepsi 0 ile 3 arasında puanlar vermiş, genel ortalama ise 1.2 çıkmıştır. Yani neredeyse kimse, bu kadar yüksek bir dozu sadece emirler öyle söylüyor diye uygulamayacağını iddia etmiştir. Milgram, 40 psikiyatrist üzerinde yaptığı ankette de, bu araştırmacıların neredeyse tamamının 10. şoktan sonra deneyden kesinlikle vazgeçeceklerini ve bu kadar yüksek dozajda hiçbir otoriteye boyun eğmeyecekleri cevabını almıştır. Hatta psikiyatristler, kimsenin bu dozu vermeyi sürdürmeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

Milgram'ın deney sonuçları ise tam tersi bir tablo göstermiştir. Her ne kadar hemen hepsi bundan rahatsızlık duyduğunu belirtse de, deneklerin %65'i, yani 40 denekten 26 tanesi emirlere uyarak 450 voltluk inanılmaz yüksek şiddetteki elektriği öğrenci konumundaki aktöre uygulamıştır. Deneklerin istisnasız her biri, sonuca ulaşmadan önce herhangi bir noktada deneyi durdurup ne yapılmak istendiğini sorgulamıştır. Hatta bazıları, deneyin durdurulması halinde kendilerine deneye katılmaları halinde ödenecek parayı iade edeceklerini söylemiştir. Deney boyunca denekler, birçok farklı stres ve korku tepkisi göstermiştir: terlemişlerdir, mırıldanmışlardır, kekelemişlerdir, dudaklarını ısırmışlardır, mızmızlanmışlardır, inlemişlerdir, tırnaklarını yemişlerdir ve hatta kimisi, gergin kahkahalar atmış ve hafif gerginlik nöbetleri geçirmiştir.

Milgram, bu deneyden yola çıkarak iki sonuca varmış, iki teori geliştirmiştir:

1. Törecilik Teorisi: Bir birey ve ait olduğu grupla ilgili bir teoridir. Eğer ki birey, karar alma konusunda uzman ve kabiliyetli değilse, karar vermeyi gruba ve hiyerarşik düzene bırakacaktır. Grup, bireyin davranışsal modeli olacaktır.

2. Aracılı Durum Teorisi: Boyun eğmenin ana unsuru, bireyin başkasının dileklerini yerine getirmesinden ötürü, kendini yaptığı davranışlardan sorumlu görmemesidir. Eğer ki biri bu görüşü benimseyecek olursa, boyunduruğun tüm gereklilikleri yerine getirilmiş olur.

Milgram deneyinin birçok benzeri farklı zamanlarda yapılmış ve benzer sonuçlar elde edilmiştir.

Umarız bir daha, bir başkasının emirlerine boyun eğerken, yaptığınız davranışların sonuçlarının nerelere gidebileceğini tekrar düşünürsünüz.

Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı)

Kaynaklar ve İleri Okuma:

http://evrimagaci.org/fotograf/73/3222/

-Din ile Bilim Çelişiyor Mu?-

-Din inanmaktır bilim ise şüphe etmek...

-Dinde masalsı mucizelerin hiçbirini sorgulayamazsın ama bilimde 
her görüş sorgulanıp görüşe kanıt aranır.

-Yıllar boyunca din yüzünden bilim engellenmiştir.En iyi örneğini şu an görüyoruz.Kendi inançlarına ters olduğu için bilmeden evrimi reddeden insanlar var.Din bilimin önündeki engelden başka bir şey değildir.

-Din yüzünden tarih boyu savaşlar çıkmıştır.Herkes kendi düşüncelerini savaşla yaymıştır.Oysa ben "Hayır Bigbang teorisi doğru seni gerizekalı ölmeyi hakediyorsun bilime karşı çıktın" deyip adam öldüren bilimadamı görmedim.

-Din hayalgücünü kısıtlayıp belli olaylarda kilitlenmeyi sağlar bilimse hayalgücünün anahtarıdır

-Dindeki en büyük ve neredeyse tek amaç ibadet etmektir bilimdeyse düşünmek.

-Dinde genellikle karşıt görüşlerin sonucunda savaş çıkar bilimde tezler sunularak en geçerli sonuç kabul edilir.

-Din insanları her zaman geriye itmiştir.Bilimse ileriye atılan adımlar bütünüdür.

-Dinde mantık aranmaz (ararsan dinden çıkarsın); bilimse mantığın dışında olan bir şeyi kabul etmez...

Sevgili teist kardeşim hala bilimle dinin çelişmediğini mi düşünüyorsun ?

-Köpekler Ezan Okunurken Neden Havlar?-

1) Türkiye’de yaşayan köpekler, tıpkı bizim gibi 5 vakit ezan sesine maruz kaldıklarından bunu bir şartlanma olarak düşünebiliriz.
Örnek olarak; Pavlov’un köpeğine bakalım.
Bildiğiniz gibi Pavlov’un köpeği bir süre sonra zile karşı (şartlı) koşullanma gösterip tepki vermeye başlamıştır. Ama şartlar konusunda henüz bir fikir belirtmedim.
2) Köpeklerin atasının kurtlar olduğunu biliyoruz.Kurtların ulumasının da bir çok sebebi olabilir.
Düşmanlara karşı uyarı vermek, tepki vermek.
Kendi grubunu uyarmak için veya duyduğu bir kurt ulumasına karşılık vermek için de uluduğunu biliyoruz.
Bu konuda daha fazla araştırma yapmak için;
http://www.nedirbilelim.com/dizin4/kurt-canis-lupus.html
http://www.veterinerx.com/havlama.htm
Bu linkere bakabilirsiniz.

Aynı şekilde köpekler bu ulumayı atalarından aldıkları mirasın bir parçası olarak imam hazretlerine sunuyor olabilir….
3) Bir ihtimal de şudur ki,
Gözlemleyebildiğim kadarıyla camiye yakın civarda ki köpekler uluyarak tepki gösterirler.
Köpeklerin hassas kulaklarına; sabahın sessizliğinde tecavüz eden imama karşı, köpekler rahatsızlıklarını bildiriyor olabilir.
Ve geldim 1.madde de belirtimediğim “şartlı koşullanmanın” şartınına.
Bu da kesinlikle bu maddedir.

Yani köpeklerin ulumasından bile kendi putlarına pay veya kanıt oluşturmaya çalışan müslümanlara söylenecek çok güzel bir deyim var “Bokunda boncuk aramak”

Hatta bu boncuklar, hadislerle veya rivayetlerle desteklenmiştir.
Hadis : Resulullah (sav)`ın şöyle söylediğini işittim: “Şeytan namaz için okunan ezanı işitince Ravha nam yere kadar gider.”
Hadis no :2435

Bunu gören köpeklerde havlamaya başlar-MIŞ.

Şarkı söyleyen köpekleri unutmayalım  ;
http://www.vidivodo.com/174244/sarki-soyleyen-kopek
http://www.youtube.com/watch?v=VazPNWhk3Xg

Mesela Pazar sabahı kilise çanlarına da aynı tepkiyi veriyorlar mı köpekler?… Bu konu ile ilgili videolar da var mı?…
Klise çanına havlayan köpek
http://www.youtube.com/watch?v=zJ-Wg_yikEw

Siren sesine havlayan köpek
http://www.youtube.com/watch?v=-UBVqmhbT50...feature%3Drelated

Ambulans sesine uluyan köpek
http://www.youtube.com/watch?v=TKvYlGSy2PE...feature%3Drelated

Siren sesine havlayan köpek – 2
http://www.youtube.com/watch?v=3e-UxfKI8Tk...feature%3Drelated

Cübbeli Ahmet Hoca’nın bu konuyu açıklayışı;
http://www.nartube.net/24e622c8c6:myWsPBqd-9w.html

Son olarak “bokunda boncuk arayan” diğer müslüman kardeşlerimizin ibretlik paylaşımları;

Aslan Allah diyor
http://www.youtube.com/watch?v=bigDIWEhtOs

Karga Allah diyor
http://www.youtube.com/watch?v=jFKS8IV5UEw...feature%3Drelated

İnek Allah diyor
http://www.youtube.com/watch?v=6ZXllNWYpqU...feature%3Drelated

Horoz Allah diyor
http://www.youtube.com/watch?v=dpEIKeL-3xw...feature%3Drelated

Sivrisinek Allah diyor
http://www.youtube.com/watch?v=0u2YzdRFbTE

Sonuç olarak, zayıf olan imanınızı bu tip saçmalıklarla desteklemeye çalışmayın. Komik oluyorsunuz.

Yazı http://ateistmedya.wordpress.com/ sitesinden alıntı yapılmıştır.

-Mars'ta Yaşam Projesi-

En genci 19 en yaşlısı 34 yaşında. Büyük bir kısmı öğrencilerden oluşuyor..


2022’de Mars’ta kurulması planlanan koloniye gitmek için başvuran 100 bin gönüllünün arasında biri kadın 11 de Türk var. Mars'a gönderilecek 40 kişi, gidip geri gelmemeyi kabul ediyor.Bugün Gazetesinin haberine göre Adayların hem yazılı açıklamayla kendilerini tanıtmaları hem de kısa bir videoyla neden böyle bir işe giriştiklerini anlatmaları isteniyor. 24 yaşındaki Fatih Çam başvurusuna, “Ben askerim, hayatta kalmayı bilirim” notu düşerken, 19 yaşındaki elektronik mühendisliği öğrencisi Deniz, maceradan hoşlandığını vurgulamış.Tek Türk kadın aday 34 yaşındaki Güler ise fizik eğitiminden sonra matematik doktorası yaptığını belirtiyor. Bilimsel araştırmadan hoşlandığını kaydeden Güler,Mars misyonunun başarıya ulaşacağına inancının altını çiziyor. 8 yıllık eğitimin ardından 2022 Eylül’ünde yola çıkması planlanan Mars yolcuları, 7 aylık seyahatin sonunda hedeflerine ulaşacak. Hiçbirisi geri dönmeyecek.100 bin başvurunun içinde ABD’den yapılan 30 bin başvuru var. Adayların seçiminden itibaren eğitimleri ve sonrasında Mars’a yapacakları seyahatin tümü TV’de yayınlanacak.

Danimarka merkezli şirket 6 milyar dolar topladıkları zaman hedeflerine ulaşacaklarına inanıyor. İkinci 40 kişi 2 yıl sonra yola çıkacak.30 yaşındaki Efe ise kendini bildiğinden beri öğrenci olduğunu belirterek, “Kabul şansımın çok zayıf olduğunu bilsem de birilerinin hayalinin gerçek olması için destek amacıyla başvurdum” notunu düşmüş. İngilizce öğretmeni 30 yaşındaki Anıl Volkan dünyayı biraz gezdiğinin altını çiziyor ve “uzaya giden ilk Türk olmak için” başvurduğunu belirtiyor.Kızıl Gezegen’de kurulması hedeflenen koloni için ilk etapta 40 kişinin gönderilmesi planlanıyor. Gönüllülük esasıyla koloniye yerleşimci arayan Danimarkalı Mars One şirketine bugüne kadar 100 bin kişi başvurdu. Ülkelerin refah düzeylerine göre her başvuru sahibinden 5 ila 73 dolar alınıyor. Amerikalılar 38, Afganlılar 5, Türkler ise 15 dolar veriyor.

Peki Mars'ta Ne Yeyip, Ne İçeceğiz?..

2030'lı yıllarda yapılması planlanan insanlı Mars yolculuğu için harekete geçen bir grup bilim adamı seyahatte ve Mars'ta kalınan sürede ne yenileceğini belirlemek için bir çalışma başlattı. Mars'a yapılması planlanan seyahat bilinmezlerle dolu. Ancak 2030'lı yıllarda bu seyahatin insanlı olarak gerçekleştirilmesi için çalışmalar başlatıldı. Öncelikli amaç bilinmeyenleri en aza indirgemek.Bu amaçla harekete geçen bilim adamları yolculuk için bir menü hazırlığına girişti bile. 6 ya da 8 kişilik bir astronot grubuna göre planlanan menünün yolcuları sağlıklı ve mutlu tutması amaçlanıyor.Kızıl gezegene yolculuğun 6 ay sürmesi planlanıyor. Astronotların Mars'ta ise 18 ay kalması bekleniyor. 6 ay da dönüş yolculuğu sürecek. Yani gidiş-dönüş-kalış süresi toplam 30 aya denk gelecek.İki buçuk yıllık bu yolculuğa göre uzay gemisinin buzdolabının doldurulması gerekiyor. Yani bir ailenin neredeyse 3 yıllık alışverişin uzay gemisine sıkıştırılması gerekiyor. Bu da pek mümkün değil. Araştırmayı yapan gruptan Maya Cooper "Mars farklı çünkü çok uzak" diyor. Lockheed Martin için çalışan Cooper "Bizim Uluslararası Uzay İstasyonu'na her altı ayda bir araçla erzak gönderilebilmesi gibi bir seçeneğimiz olmayacak" diye konuşuyor.

Mars'a gidecek astronotlara 100'e yakın çeşit sunulması planlanıyor. Ancak tüm bunların hazırlanması, dondurulması ya da kurutulması için en azından 2 yıl gerekiyor. Ayrıca bu yiyeceklerin seyahatten önce test edilmesi ve astronotlar tarafından onaylanması da söz konusu. Mars'ta çok düşük bir yerçekimi var. Bu durumun bile menüyü etkilemesi bekleniyor. Mars'a gidildikten sonra gemideki malzemelerle astronotların kendi yemeklerin pişirmesi de seçenekler arasında yer alıyor. Ancak Mars'taki koşulların örneğin su kaynatmaya izin verip vermeyeceğinin bile test edilmesi gerekiyor.Ayrıca Mars'ta oluşturulacak "yeşil ev"de astronotların kendi sebze ve meyvelerini de yetiştirmeleri olası. Bunun için toprak yerine mineral katkılı su kullanılması planlanıyor. Bu gerçekleştirilebilirse astronotlar taze yiyeceklerle de beslenebilecekler.

Mars'a gidecek astronotların fiziksel sağlıkları ve performanslarının görevleri boyunca iyi tutulabilmesi için kendilerine kalori ve mineral hakkında da bilgilendirme yapılacak. Menünün ayrıca astronotların psikolojik sağlıklarını da güvence altında tutması gerekiyor.Menüde süt ya da et ürünleri olmayacak. Çünkü Mars yolculuğu çok uzun ve bu yiyeceklerin korunması imkansız. Üstelik Mars görevi için bir ineği de yanlarında götürmelerine izin verilmeyecek.Vejetaryen diyet paketlerine belirli oranlarda protein eklenerek astronotların bu eksikleri giderilmeye çalışılacak. Menüde Tayland pizzası gibi peynir içermeyen ancak havuç, kırmızı biber, mantar gibi yiyeceklerle donatılmış seçenekler de olacak. Menüyle ilgili araştırmalar halen sürüyor. NASA'nın iyi yemek yapabilen bir astronotu kabin görevlileri arasına almasına kesin gözüyle bakılıyor.

15 Ekim 2013 Salı

-İnsanlık Tarihinde Kurban Ritüeli (Kurban Bayramı)-

Azıcık mantığınızı kullanmanız yeterli. Sizce Tanrı'nın(eğer varsa), sizin O'na ibadet ettiğinizi anlaması için kendi yarattığı bir canlıyı yine kendisine 'kurban' ettirmesine ihtiyacı var mı? Öncelikle bir Tanrı'ya ilk nezaman kurban verilmiştir bunu araştırmamız gerekir.

Insan kurban etme anlayışı ne yazıkki karşımıza şimdi yazacaklarım ile çıkmaktadır....Keltler arasında korkunç boyutta görülüyor..Kuzey Avrupa halklarının, bereket tanrısı ‘’Freyr’’ (kutsal hayvanı erkek domuzdur) için  yaptıkları törenler arasında , İnsan kurban etmekte vardır..Hint Avrupa halklarından Sogdlar da  insan kurban etmek için kabileler arasında yarışırlardı..Eski Yunan mitolojisinde ,’’toprak ana’’ Gaia’nin kendi çocuklarını öldürüp yemesi, Zeus’un oğlu Dionyus’un Titanlar tarafından öldürülüp yenmesi, Zeus’unda onun yüreğini yiyerek , yeni bir Dionyus yaratması ,insan kurban etme geleneğinin izleri sayılabilir...Ayrıca, Truva savaşları sırasında İphigenia ile Orestes’in tanrılara kurban sunulduğu görülüyor...İran’da maniciliğin (maniheizim yada manikeizim) evren günüşünde ‘’yaşam anası’’  adı verilen ilk insan , karanlık devler tarafından öldürülüp yutulması içinde aynı şey söylenebilir..Eski Hindu  dininde  pek çok  çocuk doğurup, sonra onları öldürerek yiyen  ‘’Tanrıça  Kali’’de bunun  gibi bir örnek teşkil edilir. İskitlerde insan kurban etme geleneğininin X.yy’a kadar İslavlar arasında yaygınlaşarak sürdüğü İbni Fadlan’ın kadınların kurban edilmeleriyle ilgili açıklamaları anlaşılmaktadır.....

İnsan kurban etme, Sami (Musevılerın ataları sayılır) toplulukları arasında büyük önem taşır..Kenan(İsrail) ülkesinde , bereketle ilgili olarak , doğanın çevrimini yöneten ‘’İlahlara insan kurban edilmişdir.. (İlah Kenan-Israil ilkesinde din adamları ,üstün bilge insanlar) Cahiliye devrinde (döneminde) Araplarıda  , tanrının öfkesini yatıştırmak için en değerli evlat olarak erkek çocuğu kurban olarak sunmuşlardır...İnsan kurban etme geleneğinin izleri Sami kökenli ‘’göksel ‘’ (Semavi) dinlerdede sürmüşdür....

Eski Hun’larda insan kurban etme geleneğinin varlığını düşündürecek olgulara rastlanmaktadır..Mesela eski Asya Hun’larında ‘’ölüyü izleme’’ (yakınlarının ölüyle birlikde gömülmesi)den söz eden  Çince belgeler bulunmuşdur..Bunların en sivrisi , Asya Hunlarına sığınan bir Çinli Komutanın kurban edildiğine ilişkin Çince bir belgedir...Bunlara ayrıca VI. yy’da yaşamış tarihçi Jordones’in Attila’nın ölümü dolayısıyla birçok  kişinin öldürülerek mezara gömüldüğünü belirtmesini ve Göktürk hanlarının mezarları başında düşman orduları komutanlarının  kurban edildiği savını eklemekde yarar var...

Çin komutanın ‘’kurban’’ edilmesi konusı ise ilginçdir. Çin komutan savaş sırasında, Hun’lara sığınınca ,Hun hükümdarı  Çin komutanı  toprak tanrısına ‘’kurban’’ olarak sunmuş..Bunun üzerine Hun hükümdarı Gök-Tanrıının azabından korttuğu için birde ‘’mabet’’ yeri yapmışdır. (Mabet ,ibadet evı)

Görüyoruz ki hangi inanış yada hangi ırk olursa olsun Tanrı'ya bir 'kurban etmek' durumu söz konusu. Fakat yazının başında da söylediğim gibi, sizce herhangi bir Tanrı'nın sizin ona inandığınızı ispatlamanız için yada istediğiniz bir şeyin yerine getirilmesi için (bknz.Dua) kendi yarattığı bir canlıyı, kendisine kurban etmenize ihtiyacı var mı? Bütün inanışlarda kurban etme ritüeli farklı yansıtılıyor çünkü her inanışın Tanrısı farklı. Fakat ister hayvan olsun ister insan olsun Tanrılara kurban edilerek hiçbir sorunun çözüldüğü, hiçbir ihtiyacın giderildiği görülmemiştir. (bknz.Apocalypto)

                                    Unutmayın! Tek İhtiyacınız Olan Şey Vicdanınız.




14 Ekim 2013 Pazartesi

-Yunan Mitolojisinde Kurban Bayramı-

Minotauros (Yunanca: Μινώταυρος): Yunan mitolojisinde yarı insan-yarı boğa yaratık. Özgün sözcük Minotauros'dur ve Yunanca "Minos’un Boğası" anlamına gelir. 
Girit adasında hüküm süren güçlü kral Minos, gücünü kanıtlamak için denizler tanrısı Poseidon’dan ona kurban etmek üzere bir boğa vermesini ister. Posedion boğayı Minos’a verir. Fakat hayvan, Minos’un hoşuna gider ve Minos, boğayı kurban etmez. Bunun yerine başka bir boğayı kurban eder. Poseidon bunu fark ettiğinde çok sinirlenir ve Minos’un karısını boğaya âşık eder. Minos’un karısı Pasiphae, boğayla çiftleşir ve boğa başlı, kuyruklu ama insan bedenli Minotauros doğar. Minotauros herkese zarar veren bir yaratıktır ve bunun üzerine mimar Daidalos’un yaptığı Labyrinthos adlı, içinden kimsenin çıkamayacağı yapıya kapatılır.'' Hikayenin devamı için belgeseli izleyebilirsiniz...

http://www.youtube.com/watch?v=9akFP5C1Lrw

-Kur'an'ın Korunması-

Kur-an'ın korunması olayını az çok hepiniz biliyorsunuz. Aynı zamanda Kur-an'ın Ömer tarafından yazıya döktürüldüğünü de bir çoğunuz biliyorsunuzdur. Peki Kur-an yazıya dökülürken ortaya çıkan muhalif görüşler hakkında bilginiz var mı?

Bunlardan ilki Ayşe'nin söylemleridir, Ayşe, günümüzde 73 ayet olan Azhab suresinin Muhammed döneminde 200 ayet kadar olduğunu ancak Ömer'in yazıya döktüğü Kur-an'da sadece 73 ayet bıraktığını kendi naklettiği hadisler arasında dile getirmiştir.

Aynı zamanda Muhammed'in en çok güvendiği ve en büyük hafızlarından birisi olan Ubeyd İbn-i Ka'b, Azhab suresinin Bakara suresi kadar olduğunu söylüyor ki Bakara suresi 286 ayettir. Hatta bununla da kalmıyor Ömer'in yazıya döktüğü Kur-an'a muhalefet olarak 116 sureden oluşan bir Kur-an'da kendisi yazıyor. 

Kur-an yazımları bununla da sınırlı değil. Yine Kur-an hafızlarından birisi olan İbn-i Mesud Mushafı'nın yazmış olduğu 112 sureden oluşan ve içerisinde Fellak ve Nas sureleri bulunmayan bir Kur-an daha mevcut. Yine bu Kur-an'da da ayetler farklılık gösteriyor.

Ancak bu Kur-an nüshaları kesinlikle müslüman aleminde dillendirilmez ve çoğu müslümanın da bunlardan haberi yoktur. Ayrıca işin ilginç tarafı Kur-an'ın "allah tarafından korunduğu"nu bildiren Hicr suresi 9. ayet bu iki nüshada da mevcut değildir...

13 Ekim 2013 Pazar

-Uzay Felaketleri Konusunda Bilmediklerimiz-

Uzaya çıkan ilk insan olan Yuri Gagarin eğitim sırasında MIG-15 tipi uçağının düşmesi sonucunda yaşamını yitirdi. Kazanın olduğu günle ilgili hava raporu eski olduğundan, alçak bulutlar konusunda bir uyarıda bulunulmamıştı.

• 24 Ekim 1960 tarihinde, Baykonur Uzay Merkezi’ndeki bir R-16 roketinin patlaması 200 kişinin ölümüne neden oldu. Bu olay Sovyetler Birliği’nin çöküşüne dek gizli tutuldu.

• Gagarin’in peşinden uzaya çıkması tasarlanan G.G. Nelyubov, içkiyi fazla kaçırdığı bir gece askeri devriyelerden biriyle dalaştı. Özür dilemeyi kabul etmeyince rütbesi düşürüldü ve resmi kozmonot ekibindeki fotoğrafı da boya tabancasıyla silindi.

• Nelyubov bu olaydan beş yıl sonra intihar etti.

• Vladimir M. Komarov, 1967 yılında, Soyuz 1 uzay gemisindeki paraşütlerin inişe geçiş sürecinde açılamaması yüzünden uzay uçuşu sırasında yaşamını yitiren ilk kişi oldu.

• Soyuz 11 ekibinin üç üyesi, 30 Haziran 1971’de, hatalı bir hava supabı nedeniyle boğuldu. Bugüne dek uzay boşluğunda ölenler yalnızca bu üç kişiden oluşuyor.

• O günden bu yana Soyuz programında tek ölümcül bir kazaya tanık olunmadı. Oysa, NASA’nın özgün uzay mekiği filosundan ikisi yok oldu ve sonuçta 14 kişi yaşamını yitirdi.

• NASA ülkesinde her yıl 2 Şubat’ta kutlanan Köstebek Günü’nün geçmesini bekleseydi belki de daha iyi olurdu. Çünkü Apollo1 yangını (27 Ocak 1967), Challenger uzay mekiğindeki patlama (28 Ocak 1986) ve Columbia uzay mekiğinin parçalanması (1 Şubat 2003) hep aynı haftaya denk gelen olaylardı.

• Gus Grissom, 1961 yılında, Liberty Bell 7 adlı uzay gemisinin Pasifik Okyanusu’na iniş yaparken batması sonucunda boğularak ölmekten kıl payı kurtuldu.

• Grissom, bu olaydan altı yıl sonra, Ed White ve Roger Chaffee ile birlikte Apollo 1 fırlatma rampasında meydana gelen yangında yaşamını yitirdi.

• 125 milyon dolarlık Mars İklim Yörünge Aracı, Kaliforniya’daki Jet Propulsion Laboratory adlı uzay araştırma merkezinin metrik sistemi esas almasına karşın Lockheed Martin’deki mühendislerin ayak ve libreyi esas almaları yüzünden, Kızıl Gezegen’in üzerinde parçalandı.

• 1975 yılında Apollo-Soyuz ekibinin yarısı, pilot Vance Brand’ın aracın itiş motorlarını yeniden devinime geçirememesi yüzünden, azot tetraksid adlı zehirli yakıttan boğularak yaşamını yitirdi.

• Challenger felaketinden önce, NASA yetkilileri uzay mekiği kazasının meydana gelme olasılığının 100,000’de 1 olduğunu öne sürmüşlerdi. Richard Feynman ise riskin 100’de 1 olduğunu ortaya koydu.

• Columbia’daki uzay adamlarının yedisi de yaşamını yitirdi ama sıfır yerçekiminin dirimsel açıdan incelenmesi amacıyla teneke kutulara yerleştirilip yeryüzüne getirilen yüzlerce kancalı kurt yaşamını sürdürebildi.

• Çok yaygın bir söylentiye bakılırsa, 1960 yılında astronot bir çift uzayda 10 farklı cinsel birleşme biçimini denedi ve 6 biçimin elastik bir kuşak, şişme bir tünel, ya da üçüncü bir kişi olmadan uygulanamayacağına tanık oldu.

• NASA söz konusu uzay uçuşuna yalnızca erkeklerin katıldığına dikkat çekerek bu öykünün doğru olamayacağını savundu.

• Uluslararası Uzay İstasyonu uzaydaki yörüngesinde insan yapımı 11.000 parça döküntü arasında saatte yaklaşık 28.000 kilometrelik bir hızla dönüyor.

Rita Urgan Discover

-Kaos Teorisi-



İnsan bilgisizliğinden dolayı merak eder, en temel ihtiyaçlarından biridir merak; ayrıca zayıflığından dolayı da güçlenmek, çevresine hakim olmak, biçim vermek ister. Özellikle batı toplumlarındaki bu güçlenmeci, hakimolucu, kullanıcı ve tüketici tutum; çevresiyle uyum içinde yaşayan pasif toplumları yutmuş ve dünyanın şu anki tablosunu ortaya çıkarmış görünüyor.
Kaos Teorisinde “kelebek etkisi” diye bilinen o meşhur söylem “Brezilya’daki bir kelebeğin kanat çırpması, Teksas’ta fırtına kopmasına sebep olabilir” der.1 Artık açıkça kabul ediliyor ki Çin’deki zararlı bir gaz salınımı Türkiye’deki kuraklığın sebebi olabilirken, Fransız denizi açıklarındaki nükleer bir deney, kutuplardaki buzulları ve dolayısıyla tüm dünya iklimini olumsuz etkileyebiliyor. Yeryüzü kaynakların yeterli olduğu söylense de bencil ülkelerin ulusal çıkarları yüzünden yeterli düzeyde uluslararası uzlaşma ortamı sağlanamadı. Astronomlar yakınlarda yerleşime uygun taze bir gezegenin olmadığını söylüyor. Özetle bu gezegene sıkışmış durumdayız ve dengesiz bir şekilde küreselleştiğimiz de açık.
Biliminsanları yakın gelecekteki küresel doğa olayları hakkında karamsar görüşlere sahip. İnsanoğlu tarih boyunca hiç bu kadar kalabalık, dolayısıyla tüketici ve kirletici olmamıştı. Peki yüksek teknolojimiz, bu güne değin edindiğimiz kütüphaneler dolusu bilgi bizi kurtarmaya yetecek mi?
Filzoflar ve biliminsanları gelecekteki olası karmaşa ortamı için “kaos” tabirini kullanıyorlar. Peki biz kaosa hazır mıyız? Yoksa kaos her yerde vardı da biz mi yeni görmeye başladık? Bu yazıda pratik kaos kavramından günümüzdeki kaos teorisi anlayışına bir yolcululuk yapıp prensiplerini belirlemeye çalışacağız.
Theogonia – Tanrıların Doğuşu
MÖ 600′lü yıllarda antikçağ ozanı Heseidos Tanrıların yaratılışı (Theogonia) adlı eserine şöyle başlar “Doğrusu, başlangıçta Khaos (kaos) vardı, sonra da ondan Gaia (geniş göğüslü yer, doğurucu ilke) ve Eros (doğurtucu erkek ilke) doğdu. Ardından Gaia, Uranos’u (yıldızlı göğü) doğurdu, kendisine eşit ve kendisini tamamen kaplayacak biçimde, ardından dağları, sonra da Pontos’u (denizi)…”2
kaos (chaos): Yunancada bir şeyi doğurmak üzere esneyip yarılmak açılmak olan “khasko” fiilinden türemiş. Khaos, boşluk, açıklık ve esneyen yarık anlamlarına da gelir(2). Sözcük genel anlamıyla günümüzde: evrenin düzenden önceki karmaşık, şekilsiz, ayrışmamış, anlaşılmayan ve kontrol edilemeyen hâli olarak anlaşılıyor.3
kozmos (cosmos): Düzenlemek, ayarlamak anlamına gelen “kosmeo” fiilinden türemiş. Oysa, Yunanlılar için kosmosun ilk anlamı sadece düzen değil, yüksek dinsel saygınlık, onur, yücelik, devlet düzeni, süsleme anlamlarını da içerir. Günümüzde ise sözcük, bilinen ve yerleşilen dünya, yaşadığımız evren olarak da kullanılmaktadır; ancak evrenin bir kosmos olduğu ana düşüncesine Anaximandros, Anaksimenes gibi doğa filozoflarında da rastlanır. Pythagoras’a göre de evren, bir kosmostu; çünkü matemetiksel bir “harmonia”sı uyumu vardı.2
Günümüzde “kaos”, sadece “karmaşa” anlamında kullanılmaz. Kaos Teorisine göre kaotik sistemler kendine has bir düzene sahiptir ve bazı durumlarda dış etkilere karşı kararlı bir tutum sergilediği görülür. Buna en güzel örnek: Jüpiter’in üzerindeki büyük kırmız leke görünümlü dev fırtınadır, leke kaotik-fraktal yapıdadır ve gözlem yaptığımız üç yüz seneyi aşkın bir zamandır gözlerimizin önünde kendince kararlı yapısını korumaktadır.

Kaos fikrinin antik çağdan sonra tekrar gün ışığına çıkıp Kaos Teorisine dönüşmesi biraz yavaş oldu. Çünkü insanoğlu doğayı doğrusal formüllerle modellemeye yeni yeni alışmıştı. Aristoteles Mekaniğinin yerini, Gelileo’nun açtığı yolda ilerleyen Newton Mekaniği almıştı. Fakat bu mekaniğin de eksikleri vardı. Şimdi de dikkatimizi Newton determinizminin temelindeki soruya yöneltelim:
“Neden?” sorusu…
“Ne?” sorusu ile olguları tanımlayan, “Kim?”sorusu ile kendini keşfeden insan “Neden?” sorusu ile de iç ve dış dünyasını ilişkilendirmeye başlamıştı: Neden yeryüzü böyle, neden gökyüzü öyle, neden bunlar şöyle, diyen, bazen çocukça, bazen de cüretkârca sorular sormuştur. Tutucu toplumlar tarafından hoş karşılanmasa da “Neden?” sorusu kendini sorduracak bir beden mutlaka bulmuştur. Bilimin temeli “neden”dir. “Neden” sebep-sonuç, teori-olgu, arasındaki bağıntıya bakar ve bu ilişkiyi sorgular.

Nedensellik ise neden sorusunun cevaplarının üzerine oturmuş bir anlayıştır. Nedenselliğin çağlar boyunca çeşitli yorumları oldu, Fransız aydınlanmasından sonra bilimin en temel anlayışı nedensellikti. Newton mekaniğini sarsılmaz sayıldığı günlerde evrendeki sebep sonuç ilişkisini mutlak kuralları bulundu zannediliyordu. Örneğin …1682, 1758, 1835, 1910, 1986 yıllarında görülen Halley kuyruklu yıdızı 2061′de tekrar görüleceğinden, astronom Edmond Halley’in ve arkadaşı Newton’nun mekaniği sayesinde kesin olarak emindik. Artık o kadar da emin değiliz. Çünkü Hume var, Kant var, kuantum mekaniği, belirsizlik ilkesi, nedensellik (determinizm) var ve Kaos Terosi var…
Nedensellik İlkesi
Klasik fizikte teori-olgu arasındaki bağlantıyı sağlayan tek bir ussal çizgi olduğu düşünülüyordu. 1925′lerden sonra atomaltı evreni (mikrokozmosu) araştıran kuantum fiziği bu eşbiçimlilik düşencesinin bire-bir olmadığını tersinine bire-çok olduğunu göstermiştir.4
Yol Zaman İvme
Fizik sınavlarındaki baş belamız, günlük hayatta hâlâ geçerli olan, klasik mekanikteki şu doğa yasasına bakalım yol = (1/2) x ivme x zaman2 (yani yol, ivme ile zamanın karesinin çarpımının yarısına eşittir). Bir cismin harekete başladığı an biliniyorsa bu cismin daha sonraki zaman diliminde ne kadar yol alacağı bu yasaya dayandırılarak kestirilebilir. Bu yasa şimdi ve gelecekte de geçerli sayılır. Hume‘a (1711-1766) göre bu yasaları kabul ederek elde ettiğimiz tüm sonuçlar sadece şimdiye ve geçmişe aittir, der. Biz geçmişe bakarak bu yasaların geleceği de kapsadığını hangi hakla söylüyoruz? diye de sorar. Pratik gözlem ve deney böyle bir kabule başvurmaya yeterli mi? Burada eldeki verilerden çok, salt mantıktan hareket edilmektedir. Hume için bu bir “karıştırmadır”; çünkü doğa yasalarının geçmiş, şimdi ve gelecek için daima geçerliliği, sürekliliği ve sabitliği asla birer mantık kavramı değildir. Yani, doğa yasaları deneysel (ampirik, empirik) yoldan sağlanmış olgular değildir. Yaptığımız belli bir bakışla bu yasaları doğaya taşımak ve yerleştirmektir. Fakat doğanın bizim ona yüklediğimiz ve adına “fizik yasaları” dediğimiz düzeneğinden farklı bir işleyişi olamaz mı?4
Kant (1724-1804), “beni dogmatik uykumdan uyandırdı” dediği Hume’un bu nedensellik eleştrisinden etkilenmekle birlikte, salt deneysel ve psikolojik açıdan yapılan bu eleştiriyi doyurucu bulmaz; çünkü biz, gündelik yaşam deneyimlerimize uzak kalan yasalara da yöneliriz. Örneğin yıldız kümelerinin dönüşlerini ya da elektronun yörüngelerini belirleyen yasaları da araştırırız. Gerçekten rasyonalist (usçu, akılcı) Kant, yasaların deneyden çıkmadıkları ve varoluşlarını deneyin de mantığın da garanti etmediği konusunda empirist (deneyci, ampirist) Huma’a katılır. Ama Kant şunu kabul eder: Biz, bilincimize dolan karmakarışık algı malzemesini birbirlerine “zorunlu” olduklarını düşünürüz. Yani her olayın nedensel bir açıklaması vardır; öyle ki herhangi bir olayın daha önceki olaylardan genel bir kurala göre işlediğini düşünmek gerekir. Ama bu ilke, olaylar hakkındaki tasarıların bize, Hume’da olduğu gibi öznel (subjektif) değil, nesnel (objektif) olarak verilmiştir. Hume’un tersine Kant “Geçmişteki düşme hareketinden bir mekanik yasaya ulaşmışsak, bu yasanın gelecek için de geçerli olacağını bilme hakkına sahip oluruz; çünkü yasa nedensellik ilkesinin apriori (deneyden önce) geçerliliğinin sadece özel bir hâlidir. Tüm olayların zorunlu olarak sabit kurallara ve yasalara göre oluştuğunu düşünmek gerekir.” demiştir.5
Uygulamaya baktığımızda biliminsanlarının, nedenselliğin rasyonalist “her şeyin bir nedeni vardır, hiçbir şey nedensiz var olamaz veya yok olamaz, aynı neden daima aynı sonucu verir” yargılarına sadık kaldığı görülür. Kant nedenselliğin kaynağını aklımızda bulup onu evreni bilme biçimlerimizden biri olarak konumlarken, biliminsanları, nedenselliği doğrudan doğanın kendisinde olan ilke gibi yorumlamışlardır ki biz bu yoruma “determinizm” diyoruz. Determinizm buna göre, doğadaki her şeyin birbirine zincirleme ve zorunlu bağlı olduğu mekanik evren tasarımını kabul eder. Newton mekaniğinin başarıları da ayrıca bu inancı pekiştirmiştir. Peki bu mekaniğin hiç mi kusuru yoktu?
Kaos Düşüncesine Geri Dönüş
Newton‘nun 1687′de yayımlanan “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri”6 adlı eserine göre doğa doğrusal, lineer, determinist ve neden-sonuç ilişkilerine göre incelenir. Eğer uzayda sadece ay ve dünya olsaydı. Bu cisimlerin hareketlerini sonuza dek öngörebilirdik. Şu an bile bunları öngörebildiğimizi sanıyoruz. Ay hep aynı yörüngede dönecek ve güneş sanki hep doğudan doğacak gibi geliyor…
1889′da astronomide “üç cisim problemi” diye adlandırılan popüler bir soru ortaya atıldı. Acaba güneş sistemi gerçekten kararlı mıydı? Norveç Kralı bunu ispatlayana ödül vereceğini açıkladı. Ünlü Fransız matematikçi Henri Poincaré güneş sisteminin çözümünün başlangıç koşullarına hassas bağımlı olduğunu ve haliyle evrenin başlangıç koşullarını bilemeyeceğimizden güneş sisteminin de kararlı olup olmadığının asla öngörülemeyeceğini ispatladı ve teknik anlamda ilk defa “kaos” terimini kullandı. Poincaré problemi çözemedi; ama çözülemezliğini göstermesi bile ödülü almasına yetti.7 Cisim sayısı ikiden fazla olunca öngörülemezlik meydana geliyordu yani güneş sisteminin başına ne geleceği belirsizdi. Ve sonsuza yakın sayıda cisimle dolu olan evrenin kaotik durumu ise akıl almaz boyutlarda olacağı ortadaydı.
1889′dan sonra kaos fikri tekar gündemden düştü; çünkü pozitivist bilim dikkatini atomun yapısına yöneltmişti. Dünya savaşları süresince insan kendini daha güçlü yapacağına inandığı silah endüstrisine yöneltmişti. Kuantum mekaniğideki gelişmeler atom bombasının keşfine yol açtı, atomaltı fizik, çağın tek hakimiydi; ancak atomaltı dünya da determinizme aykırı belirsiz durumlar söz konusuydu. Determinist bir inançla “tanrı zar atmaz” diyen Görecelik (görelilik, izafiyet, bağıllık, röletivite) Kuramının babası Enistein (Aynştayn); kuantum teorisini kurucularından Heisenberg‘in Belirsizilik İlkesine8 şiddetle karşı çıksa da belirsizlik prensibi, atomaltı kuantum evreninde (mikrokozmos’ta) hâlâ geçerliliğini sürdürmektedir; fakat atomüstü evrende (makrokozmos’ta) Newton mekaniğinin geliştirilmiş hâli olan determinist görecelik yasaları geçerlidir. Determinizm de belirsizlik de doğada kendi belirledikleri sınırlarını aşmıyormuş gibi görünüyor.
Özetle kauntum mekaniği, determinist (klasik) mekaniğin “x, y’nin nedenidir” basit önermesini “y, x’i büyük olasılıkla izlemişse x, y’nin büyük olasılıkla nedenidir.” biçiminde yumuşatmıştır. Bu yumuşamanın getirdiği “olası nedenselliğin” kaotik dallanmalarına geçmeden önce son olarak zaman konusunu ele alalım:
Zaman
Evren, zamanın esiridir. Evreni zamanın akışkanlığı sayesinde duyumsarız. Antik çağdaki evrendoğum mitlerinde de günümüzdeki astrolojik keşiflerde de bir başlangıç noktasından (big bang, büyük patlamadan) söz edilir. Enistein’nın Görecelik Kuramı sayesinde zamanın ışıkla ilintili olduğunu ve onun bükülebildiğini öğrenmiştik. Artık zaman fizikteki dördüncü boyut olarak kabul ediliyor, tüm hesapları zamana göre yapıyoruz. Onun aktığından şüphemiz yok ve o artık bilimdeki asıl referans noktamız. Hepimiz sürekli zamanda yolculuk yapıyoruz ve bu akışın içinde doğduğumuzdan dolayı da zamanı zamandan soyutlayarak düşünemiyoruz; çünkü düşünme de bir süreçtir ve zamana bağımlıdır.

Zamanda ileri veya geri gidebilir miyiz? Ya da geleceği görme imkanımız var mı? Böyle bir imkan bizi, bu gezegene sıkışmış insanoğlunu, kurtarmaya yeter mi? Başımıza tam olarak ne geleceğini bilirsek gerekli önlemimizi alıp kurtulabilir miyiz? Daha küçük boyutta düşünelim. Bir fırtınanın geleceğini önceden saptarsak insanların hayatını kurtarabilir miyiz? Bu soruların cevaplarının peşinden koşan biliminsanları şaşırtıcı sonuçlarla karşılaştı.
Ve Günümüzde Kaos Teorisi
Edward Lorenz (1917-2008), ABD’li matematikçi ve meteorolog, Lorenz, 1963 yılında MIT‘de bilgisayarıyla hava olaylarını modelleyen bir algoritma yazmıştı. Fakat bu model başlangıç koşullarına öylesine hassas bağımlıydı ki binde birlik bir farktan büyük hava değişimler ortaya çıkıyordu. Bu da onu ilerde ünlü “kelebek etkisi” ilkesine götürecekti. Hava tahminleri günümüzde de üçüncü günden sonrası için hızla bulanıklaşır. Hatta çoğu zaman birinci günün bile doğru tahmin edilemediği görülür. Lorenz hava tahmininde beklediği sonuçlara ulaşamadı; ama yıllar önce Poinceré’in bulduğu kaotik davranışı yeniden keşfetmişti. Lorenz buluşunu bu aşamada bırakmadı ve kaotik matematik modellerin peşine düştü. Bunlardan en ünlüsü Lorenz çekicisidir. Şekli birbirini hiç kesmeyen, ama sürekli içi içe geçmiş iki spiralden oluşmuşur. İlerde bu şekil Kaos Teorisin ve onu eşsiz davranışının ve bu eşsizliğinin içindeki düzeni temsil eden bir simge olacaktı.9

Başka bir şaşırtıcı gelişme astronomide oldu, Michel Hénon (1931-), Fransa’da Nice Rasathanesinde gezegen hareketlerini dinamik sistemeler olarak ele aldı. Çünkü yıldız kümeleri çok cisimli sistemlerdi ve kaotik davranışlar göstermeliydi. Artık insanlara modellemede yardımcı olacak bilgisayarlar da olduğundan Hénon da aynı Lorenz gibi bilgisayarlardan yararlandığında gök cisimlerinin yörüngelerindeki kaotik davranışı keşfetti.9

Biyolojide ise matemetikçi Robert May (1936-) yabani hayvaların nüfus değişimleri hakkındaki bir model üzerinde çalışmaktaydı. 1976′da Nature dergisinde yayınlanan makalesinde bir durumun iki farklı duruma ayrılması anlamına gelen çatallanma sürecindeki kaosu incelenmiştir. Bu çalışmayı izleyen yapay zeka araştırmacısı Mitchell Feigenbaum (1944-) May’ın gözlediği kaosta bir düzen olduğunu buldu. Birkaç yıl sonra da Kaos Teorisi ile fraktal geometri arasında bir bağıntı kurmuştur.10 Gerçekten de tüm dinamik kaotik sistemlerin geometrik yapıları kesirli (fraktal) geometriye dayanıyordu.

İstikrar ve istikrarsızlık arasındaki dengeye de en güzel örnek kar kristalleridir. Bir sıvı kristalleşirken büyüyen bir uç meydana gelir. Bu uçların sınırlarından hassas termodinamik süreçler sonucu istikrarsız ama simetrik dallar fışkırır. Her kar teneciği eşsiz biçimde dallansa da sonuçta ortaya çıkan altıgen ve fraktal bir şekildir. Kar taneleri düzenin ve karmaşanın, kaosun ve kozmosun birlikteliğinin en açık örneğidir.

Kaotik hassaslık aslında toplumsal bilinç altımızda da vardır “bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir er kurtarır, bir er bir cenk kurtarır, bir cenk bir vatan kurtarır”söylemi kaotik bir söylemdir. Teknolojide ise Kaos Teorisiyle birlikte gelişen bulanık mantık (fuzzy logic) yapay zekalarda ve kontrol sistemlerinde kullanılmaya başlandı.11 Örneğin “fuzzy kontrol sistemli”denen ve periyodik değil de özgün bir şekilde çalışan çamaşır makinelerinden daha verimli sonuçlar alınmıştır. Sonuç olarak Kaos Teorisi yükseliş dönemindedir. Henüz evrimini tamamlamasa da çeşitli alanlarda şaşırtıcı farkındalıklar yaratmış ve yeni arayışlara yol açmıştır. Mesela ekonomistlerin daha iyi tahminler yapmak için eski hisse senedi verileri çıkarıp yeni bir analiz yöntemi peşine düşmeleri bundandır.

Özetle Kaos Teorisi hem çokdisplinli hem de displinlerarası bir konudur. Matematikteki olasılık hesaplarıyla, botanikte eğreltiotunun veya karnabaharın fraktal yapısındaki kesirli boyutlu12 geometrisiyle, bilgisayar dünyasındaki bulanık mantığıyla, fizikteki dinamik sistemleriyle, biyolojideki sinirsel çözümlemeleriyle, iktisattaki yeni modellemeleriyle yeni ve kapsamlı bir bakıştır kaos teorisi.
Özetle Kaos Teorisi hem çokdisplinli hem de displinlerarası bir konudur. Matematikteki olasılık hesaplarıyla, botanikte eğreltiotunun veya karnabaharın fraktal yapısındaki kesirli boyutlu12 geometrisiyle, bilgisayar dünyasındaki bulanık mantığıyla, fizikteki dinamik sistemleriyle, biyolojideki sinirsel çözümlemeleriyle, iktisattaki yeni modellemeleriyle yeni ve kapsamlı bir bakıştır kaos teorisi.

Toparlarsak doğanın gerçek düzeni olduğunu iddia eden Kaos Teorisinin temel önermelerini şu şekilde özetleyebiliriz:
Başlangıç koşullarına hassas bağımlıdır. (Bu bütünleyici bir anlam içerir, sistemin tüm elemanları birbirlerinin en ufak bir hareketinden etkilenilir. Örn: Kelebek Etkisi metaforuyla anlatılan atmosfer değişimleri veya global ısınma, mıh-vatan zincirleme bağıntısı.)
Özgündür. Hiçbir olay aynı şekilde tekrarlanmaz. Örn: Kar tanesi, parmakizi eşsizlikleri…
Kendi kaotik sınırları içinde kararlı (düzenli, kozmotik) olabilir. Örn: Jupiterin kırmızı lekesi, yıldız yörüngeleri…
Geometrisi kesirli (fraktal) yapıya sahiptir. Örn: Kasırgalar, spiraller, bulutlar, akışkanlar, trübilanslar, karnabahar, brokoli, eğreltiotu…
İkiden fazla boyutludur. Kesirliler de dâhil. İspatı: Üç cisim problemi. (Bakınız: Hilbert Uzayı)12.
Birbirleri içinde çözünüp yeni ve daha büyük kaotik dinamik sistemler oluşturabilir. Örn: Süperiletken üzerindeki elektronların kuantum dalga fonksiyonları,12 para piyasaları, borsa…
Öngörülemezdir. Kendine has bir düzeni olsa da belirsiz bir yanı da vardır. Dolayısıyla “kader her an yeniden yazılır” önermesini doğrular niteliktedir.
Sonuç
Kaos Teorisi sadece bilimin bir konusu değildir. Evrene bir bakıştır. İçten içe gelişen bu dönüşüm sosyal bilimleri de etkilemek üzeredir. Belki de sosyal bilimler ile fen bilimleri arasındaki uçurumu aşmada yardımcı da olabilir.
Eski Yeni
Klasik-Modern Mantık Bulanık Mantık
Doğrusal Geometri Fraktal Geometri
Klasik Mekanik (Kaotik) Kuantum Mekaniği
Determinizm Belirsizlik Prensibi
Sabit Yörüngeler Garip Çekerler
… …
Kaos Teorisinin tekrar ortaya çıkmasındaki en büyük etmen hiç şüphesiz bilgisayarların insanlara karmaşık hesaplardaki desteğidir. İklim tahminlerinde de kullanılan süper bilgisayarlar 2061′de beklenen Halley kuyruklu yıldızının dönüş tarihini daha doğru ve yeni kaotik anlayış sayesinde daha esnek bir şekilde hesaplıyor; ancak Hume’un da öngördüğü gibi “fizik yasaları” dediğimiz düzeneğin altında hâlâ hiç bilmediğimiz işleyişler olabilir. Tarih gösteriyor ki insandaki bu meraklı tutum, tüm yerleşik etik ve teknik kurallara meydan okuyarak devam etmektedir. Peki bu merak bizi kurtuluşa mı, yoksa yok oluşa mı götürecek? Üç gün sonrasının hava durumunu net bir şekilde öngöremezken bu soruya bir cevap vermeyebiliriz; kader her an yeniden yazıldığından görülüyor ki bu biraz da özgür iradeye sahip olan insanın elindedir.
Kaynakça:
(1) Lorenz, Edward, (1972), Does the Flap of a Butterfly’s Wings in Brazil Set Off a Tornado in Texas?, American Association
(2) Estin C., Laporte H.,(1987), Yunan ve Roma Mitolojisi, Musa Eran (Çev.) Tübitak Yayınları, 8.Basım, Nisan 2003, s.112
(3) Safran, Barış, (01 Temmuz 2007), Kaos: Hiçlik Mi Yoksa Tanrıların Tanrısı Mı?, Garip Çekici, garipcekici.blogspot.com
(4) Özlem, Doğan, (2003), Bilim Felsefesi (ders notları), İnkılap Yayınları, s.88-98
(5) Kant, Immanuel, (1781), Salt aklın Eleştirisi - Kritik der reinen Vernunft, s.20-24
(6) Newton, Isaac, (5 Temmuz 1687), Philosophiae Naturalis Principia Mathematica, üç cilt, Latince yazılmış ve kitabın basım masraflarını Edmund Halley kendi cebinden karşılamıştır.
(7) Karaçay, Timur, Determinizm ve Kaos, Başkent Üniversitesi, Ankara, (tkaracay@baskent.edu.tr)
(8) Heisenberg, Werner, (1964), Fizik ve Felsefe - Physik und Philosophie, Yılmaz Öner (Çev.), Belge Yayınları, 3.Baskı, Aralık 2000
(9) Gleick, James (1997), Kaos, Fikret Üçcan (Çev.) Tübitak Yayınları
(10) Baykal N., Beyan T., (2004) Bulanık Mantık Uzman Sistemler ve Denetleyiciler, Ankara Bıçaklar Kitabevi
(11) Altunoğlu, Serdar, (2009), Go Sorunsalı ve Kaotik Çözüm Arayışları, Bibliothec Felsefe Sosyal Bilimler Dergisi, Bahar 2009 (Şubat -Mart Nisan), AÜ-DTCF Felsefe (serdaraltunoglu@gmail.com)
(12) Peat, David (2001), Filozof Taşı: Kaos, Eşzamanlılık ve Dünyanın Gizli Düzeni, Orhan Düz (Çev.), İnsan Yayınları
(2)
(13) Prof. Dr. Aydede (2013), Kaotik Bilimler Enstitüsü Ders Programı, Ay Evrenkenti Üniversitesi

-İnsan Beyni Projesi (HBP)-

-İNSAN BEYNİ PROJESİ BAŞLADI-

Çoğunluğu Avrupa ülkesinden 135 bilimsel kurumun katılımıyla gerçekleşen ve 10 yıl sürecek olan uluslararası İnsan Beyni Projesi'ne başlandı. Toplam maliyetinin 1.600.000.000 $ (1.6 milyar dolar)bulması beklenen araştırma kısmen Avrupa Birliği tarafından finanse ediliyor.

İngilizce 'The Human Brain Project' ya da kısaca HBP olarak bilinen projenin amacı, insan beyninin işleyişini bilgisayar ortamına taşıyacak teknolojileri geliştirmek.

Ayrıca her yıl on binlercesi yayımlanan beyin araştırmalarını bir araya getirerek bir veri tabanının oluşturulması hedefleniyor.

Halihazırdaki bilgisayar teknolojisi beynin işlevlerini taklit edebilecek düzeyde değil. Fakat önümüzdeki on yıl içerisinde süper bilgisayarların insan beyni kadar hızlı ve karmaşık çalışma yetisine yaklaşabileceği tahmin ediliyor.

Bilim çevreleri İnsan Beyni Projesini, insanın genetik haritasının çıkarıldığı İnsan Genomu Projesi'ne benzetiyor. Genom Projesi, dünyanın dört bir yanından binlerce araştırmacının katkılarıyla on yılı aşkın bir sürede gerçekleşmişti. Ancak İnsan Beyni Projesi, beynin tam bir haritasını çıkarmayı vaadetmiyor. Bu süreç insanoğlu için şu an aşırı karmaşık bir iş. İnsan beyni 100 milyar sinir hücresi ve 100 trilyon sinaptik bağlantı içeriyor.

Proje kapsamında beynin sınırlı simülasyonları yaratılacak. Örneğin Manchester Üniversitesi araştırmacıları beynin yüzde 1'ini taklit edecek bir model üzerinde çalışıyor.

Kaynak: http://is.gd/zYq9KL
Bilgi: http://is.gd/yjJVr3

-Dünya'nın Oluşumu ve Zaman 2-

Birinci Zaman (Paleozoik) 

Günümüzden yaklaşık 225 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. Birinci zamanın yaklaşık 375 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir.

Zamanın önemli olayları : Kaledonya ve Hersinya kıvrımlarının oluşumu Özellikle karbon devrinde kömür yataklarının oluşumu İlk kara bitkilerinin ortaya çıkışı Balığa benzer ilk organizmaların ortaya çıkışı Birinci zamanı karakterize eden canlılar graptolith ve trilobittir.

İkinci Zaman (Mezozoik)

Günümüzden yaklaşık 65 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. İkinci zamanın yaklaşık 160 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir. İkinci zamanı karakterize eden dinazor ve ammonitler bu zamanın sonunda yok olmuşlardır.

Zamanın önemli olayları : Ekvatoral ve soğuk iklimlerin belirmesi Kimmeridge ve Avustrien kıvrımlarının oluşumu İkinci zamanı karakterize eden canlılar ammonit ve dinozordur.

Üçüncü Zaman (Neozoik)

Günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. Üçüncü zamanın yaklaşık 63 milyon yıl sürdüğü tahmin edilmektedir.

Zamanın önemli olayları : Kıtaların bugünkü görünümünü kazanmaya başlaması Linyit havzalarının oluşumu Bugünkü iklim bölgelerinin ve bitki topluluklarının belirmeye başlaması Alp kıvrım sisteminin gelişmesi Nümmilitler ve memelilerin ortaya çıkışı Üçüncü zamanı karakterize eden canlılar nummilit, hipparion, elephas ve mastadondur.

Dördüncü Zaman (Kuaterner)

Günümüzden 2 milyon yıl önce başladığı ve hala sürdüğü varsayılan jeolojik zamandır.

Zamanın önemli olayları : İklimde büyük değişikliklerin ve dört buzul döneminin (Günz, Mindel, Riss, Würm) yaşanması İnsanın ortaya çıkışı bu zaman diliminde olmuştur. Dördüncü zamanı karakterize eden canlılar mamutlar ve insandır.

-Dünya'nın Oluşumu ve Zaman-

Dünya, Güneş Sistemi oluştuğunda kızgın bir gaz kütlesi halindeydi. Zamanla ekseni çevresindeki dönüşünün etkisiyle, dıştan içe doğru soğumuş, böylece iç içe geçmiş farklı sıcaklıktaki katmanlar oluşmuştur. Günümüzde iç kısımlarda yüksek sıcaklık korunmaktadır. Dünya’nın oluşumundan bugüne kadar geçen zaman ve Dünya’nın yapısı jeolojik zamanlar yardımıyla belirlenir. 

Jeolojik Zamanlar

Yaklaşık 4,57 milyar yaşında olan Dünya, günümüze kadar çeşitli evrelerden geçmiştir. Jeolojik zamanlar adı verilen bu evrelerin her birinde , değişik canlı türleri ve iklim koşulları görülmüştür. Dünya’nın yapısını inceleyen jeoloji bilimi, jeolojik zamanlar belirlenirken fosillerden ve tortul tabakaların özelliklerinden yararlanılır. Jeolojik zamanlar günümüze en yakın zaman en üstte olacak şekilde sıralanır. Dördüncü Zaman Üçüncü Zaman İkinci Zaman Birinci Zaman İlkel Zaman

İlkel Zaman

Günümüzden yaklaşık 600 milyon yıl önce sona erdiği varsayılan jeolojik zamandır. İlkel zamanın yaklaşık 4 milyar yıl sürdüğü tahmin edilmektedir. Bu zaman aralığında ilk atmosferin ve okyanusların oluştuğu bilinmektedir.

Zamanın önemli olayları : Sularda tek hücreli ilk prokaryot canlıların ortaya çıkışı, En eski kıta çekirdeklerinin oluşumu ve İlkel zamanı karakterize eden fotosentetik tek hücreli canlılar da bu zaman diliminde ortaya çıkmıştır.

12 Ekim 2013 Cumartesi

-Hindistan'da İnek Neden Kutsal Sayılır?-



Hindistan dünyada en çok büyükbaş hayvana sahip ülkedir ama bu kaynaktan yararlanılamamaktadır. Hinduculuğun başlangıcından beri inek Hindistan'da en kutsal hayvan olarak görülür. İstemeyerek de olsa ineğin öldürülmesi büyük bir günah sayılır. Hindistan'da sokaklarda sıcaktan bunalmış, iyice hantallaşmış, bir deri bir kemik kalmış ineklere rastlanılması gayet doğaldır. İnekler cadde ve sokaklarda diledikleri gibi dolaşır, yaya kaldırımları üzerinde güneşlenir, tapınaklara girer, pazar yerlerini pislerler, kimse onlara ilişemez hatta saygıyla selamlarlar.

Toplumun bir kesimi açlık sınırında iken ineklere gösterilen bu ayrıcalık dışardan gelenlere anlamsız gelebilir ama bunun ardında sadece dinsel inançlar değil hayati gıda maddelerini koruma içgüdüsü de vardır.

İneğin önemi, beş ürünü, yani süt, peynir, tereyağı, dışkı ve idrarını insanlığın yararına sunmasıydı. Dışkı tezek gibi yakacak olarak, idrar ise tedavi amaçlı kullanılıyordu. Bu mükemmel hayvanı kesip bir kerede etini yemektense ürünlerinden daha uzun sürede ve pek çok insan tarafından faydalanılabilirdi. İneği temsil eden bir Tanrı da olmadığından ineğin bizzat kendisine saygı gösteriliyordu. İneği kesmek Tanrıyı öldürmekle eşitti.

Bugünkü Hindistan nüfusunun çoğunluğu Hindu'dur. Hinduculuk belirli bir kurucusu olmayan, 'Veda' isimli ilaheler ve şiirleri esas alan, çeşitli ırktan ve kültürlerden insanların dinsel inanç ve uygulamalarını içinde eriten, çok tanrılı, karmaşık ama sürekliliği olan bir dindir.

Başlangıcı milattan önce 1500 yıllarına kadar uzanan Hindu dininde birçok Tanrıya tapılır ama en üstteki ilahi güç 'Brahman'dır. Brahman'a ulaşmak çok zor, ancak rahiplerin yapabilecekleri bir iş olduğundan, sıradan insanların tapabilecekleri ikincil Tanrılar da vardır.

Bütün canlıların ruhları olduğuna inanan Hindular, ölümden sonra tekrar dünyaya gelineceğine, bir önceki hayatını uygunsuz biçimde geçiren bir ruhun, hayvan vücudu içinde yeniden doğabileceğine inanırlar. Bir çoğu bu nedenle sadece bitkisel besinlerle beslenirler. Bütün hayvanlara büyük saygı gösterirler.

Tarih boyunca, gerek 'kast' denilen keskin sınıfsal yapısı içinde, gerekse geniş alana yayılmış nüfus içinde ineklere davranış biçimi çeşitli farklılıklar göstermiştir. Bir aralar inekler Tanrılara kurban bile edilmişlerdir. Ancak Hint yarımadasında doğup, bütün Asya'ya yayılmasına rağmen Hindistan'da pek gelişemeyen Budacılığın etkisiyle hayvanları kurban etmenin vahşice olduğu fikri önem kazanıp tüm hayvanların öldürülmesi bu sefer kesinlikle yasaklanmıştır.

Bu zamanlarda tüm canlılara gösterilen saygı o hale gelmiştir ki, meyve kurtlansa bile meyve yenilmeden önce çıkartılıp azat edilir olmuşlardı. Tüm bölgeye yayılmış olan bu vejetaryenlik sonraları yine gevşedi, keçi ve balık yenilmeye başlandı ama inek ayrıcalıklı yerini hep korudu.

1857'de bölgedeki İngilizler tüfeklerinin namlularını bir yağ ile siliyorlardı. Buna Hindulardan büyük tepki geldi. Kullanılan yağın ineklerden elde edildiğini sanıyorlardı. İngilizler bunun domuz yağı olduğunu açıklayınca tepki bu sefer de Müslümanlardan geldi. İki toplum ilk defa birlikte aynı şeye tepki göstermişlerdi.

.

Amin (Amen) Ne Demektir?

- Bir Müslüman, duasını tamamlar ve söyler bu kelimeyi… “Amin” kelimesi ağzından çıkarken elleriyle tüm yüzünü kapatır ve alından çeneye doğru bir sıvama hareketiyle tamamlar dini rituelini.

- Bir Hıristiyansa parmak uçlarıyla haç işaretini yapar dua ritüelini bitirip “Amen” kelimesi ağzından dökülürken.

- Peki ne demektir birbirine bu kadar çok benzeyen, anlam olarak da ayni olabilecegini düşünebileceğimiz bu dört harfli kelime?

- Acaba ettiğimiz duanın bittiğini bildirmemiz mi gerekmektedir Tanrıya? Sadece “bitti” dersek de olur mu?

- Bu kelime bir nevi bilgisayar kodlarindaki “Enter” komutu gibi midir? Veya yazilmis bir emaili gondermeye yarayan “Send” veya “Gönder” düğmesi görevi mi görür? Söylenmediği takdirde dualarimiz işleme sokulmayacak mıdır?

- “Bitti” veya “amin” demezsek Tanri acaba farkedemeyebilir mi dua etme işlemimizin sonlandığını?

- Kuran’da “amin” kelimesi geçer mi?

- Eski Mısır Tanrısı Amon - Ra’nin bu işle bir ilgisi olabilir mi acaba?

Sorularimizi daha fazla uzatmadan biraz tarihe girelim isterseniz .

M.Ö. 14. yy’da Mısır Firavunlarından Amenofis (diğer ismiyle Amenhotep IV) ve karısı Nefertiti, monoteizmi (tek tanrıcılık) benimser ve yeri ve göğü yaratan tek Tanrinin Aton (Aten) olduğunu kabul eder. Kendi ismini de Akhenaton (Aton’un hizmetkari) olarak değiştirir. Tarihteki ilk tek tanri inancını icat etmesiyle bilinse de ölümünde sonra Amon rahipleri tarafından izleri büyük ölçüde silinir. Amon rahipleri bununla da kalmaz, Akhenaten’in oglu Tutankhaten (Aten’in yasayan görüntüsü) ismini de Tutankhamun (Amun’un yasayan görüntüsü) olarak degiştirirler. Resimde Akhenaten, karısı Nefertiti ve oglu (soldan ikinci) Tutankhamun ile tek Tanri Aton’a ibadet ederken görülür.

Acaba Akhenaton’un izleri silinmeye çalışılmasa, şu anda dua sonlarında Amin yerine Atin diyebilir miydik?

Ahkenaton’un ölümü (öldürülüşü daha doğru bir ifade olurdu aslında) ile Amon rahipleri tarafından en buyuk Tanrı yeniden Amon (Amun, Amoun, Amen) olarak kabul edilir ve çok tanrılı dine dönüş yapilir. Amon’un diğer tanrilardan en büyük farkı yoktan varolmuş olması ve diğer tanrılar gibi anne babasının olmamasıdır. Amun, tanrıların kralı olarak kabul edilir ve tek tanrılı dine biraz da olsa vurguda bulunur. Osiris ile birlikte en çok kayıda sahip olduğumuz Mısır tanrısıdır.

Bölgeyi gezen Yunan tarihçileri, Amun’un kendi tanrıları Zeus’un karşılığı olduğuna karar verirler.

Amun nem kazandikça diğer bolgelerin Tanrılarıyla da özdeşleştirilecek ve nihayetinde Amun’un aslında Ra’yi da temsil ettigine karar verilecek, ismi de Amun-Ra (Amen-Ra) olarak bilinmeye başlanacaktır. Ra, güneşin görünen yüzünü temsil ederken Amun ise Güneş' in gizemli yüzünü temsil edecektir.

Zamanla Isis ve Osiris önem kazandıkca Amun’un popularitesi azalacak ama nihayetinde onların oğulları olan Horus’la özdeşleştirilerek tekrar eski önemini korumayi basaracaktir.

Mısır dışındaki bölgelerde de Amun’a benzer isimlerle tapınılacak, Amen ismiyse ‘Amane’, ‘Arkamane’, ‘Ammonia’, ‘Ammonite’ gibi formlar alacaktır. Libya’da ‘Amun’, Yunan’da ‘Ammon’ olarak tapılacak ve uğruna tapınaklar yapılacaktır. Romalılar antik Libya’daki Jüpiter Amun tapınağından topladıkları ‘Amonyum Klorid’e (NH4CI) “Amun’un tuzu” diyeceklerdir. Beynimizdeki hippocampus (hafiza bölümüne)(long term memory) bölgesine şekil olarak koç boynuzunu anırdığı ve Amun tanrisinin sembollerine benzediği için “cornu ammonis” denilecektir.

Amen kelimesi İbranice’de İngilizce çevirisiyle “So be it” yani kabaca “öyle olsun” anlamında kullanılır. Tabii orijini yukarıda anlatıldığı üzere, Mısır’da bir zamanlar yaşamış bir toplumun (Yahudiler), en büyük Tanrı kabul edilen Amen’e ibadet alışkanlıklarından kurtulamama olmaları oldukça nettir. Yahudiliğin etkisiyle ve Mısır inançlari senteziyle doğmuş bir din olan Hristiyanlıkta da pek tabii “Amen” kelimesi atlanmamış, dualarin sonunda ifade edilecek şekilde muhafaza edilmiştir. Hem eski Ahitte (Tevratlar), hem de İncil’de ‘Amen’ kelimeleri defalarca kez kullanılmıştır. İncil’de İsa’ya karşılık gelecek şekilde “Amen” kelimeleri geçer.

Gelgelelim İslam’a… Her zamanki gibi Müslümanlarin çok sevgili peygamberi Muhammed, doğup büyüdüğü bölgede inanış ve kültürleriyle hayli etkili olan Yahudilik ve Hristiyanlıktan beğendiklerini alır beğenmediklerine “tü kaka” derken, “Amen” kelimesini de, pek hoşuna gitmiş olacak ki, “Amin” olarak kullanmaktan çekinmez. Ama Müslümanların bilmediği bir noktaysa, “Amin” kelimesi Kuran’da bir kez olsun geçmez. Bir sonraki namazınızı kılarken okuduğunuz Fatiha suresinin sonunda uzun uzun “Amin” çekerken eski Mısır Tanrısı Amon-Ra’ya seslendiğinizi unutmayin ..



-Eldeki Allah Yazısı Hakkında-

Birçok kez , elimizde allah yazdığı iddia edilmiştir. Bunun üzerine düşünelim. İslamın çıkış noktası arap toplumudur. Elimizdeki harfler ise latin alfabesindedir. İlk çelişki burdan başlamaktadır. Ki zaten elimizde ortası olmayan bir A harfi ve L harfine benzeyen çizgiler bulunmaktadır. Bunları birleştirirseniz “allah” değil , “AllA” kelimesine benzer bir kelime ortaya çıkmaktadır. Ki allah elimize allah yazmak istiyorsa ve gücü sınırsızsa, arap alfabesine göre allah yazabilirdi , yahut eksik olmayacak ve büyüklü küçüklü harfli olmayacak şekilde allah yazmaz mıydı ? Resimdeki çizgileri gözden geçirelim. Görüldüğü gibi elimizdeki çizgilerde allah yazısını aramak son derece yanlıştır. Ancak balığın sırtında arap harfleriyle allah yazdığı, elimizde allah yazdığı , aslanın kükrerken “allah” kelimesini söylediğinin iddia edildiği; her yerde allah kelimesinin arandığı bir ortamda bu tür aslı olmayan iddiaların devam etmesi muhtemeldir.


-Allah Pazarlık Yapar mı?-

Mâide Sûresi 12 - Andolsun, Allah İsrailoğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki temsilci -başkan- seçmiştik. Allah şöyle demişti; “ Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı kılar, zekatı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, (fakirlere gönülden yardımda bulunarak) Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim inkar ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmıştır.” / Allah İsrailoğulları ile masaya oturuyor. Masada basit değil “ sağlam ” bir söz alıyor. Allah İsrailoğullarından borç talebinde bulunuyor, onlar da kabul ediyorlar. Allah çok akıllı, İsrailoğullarından borcunu fakirlere Allah adına dağıtmalarını istiyor. Borç + fakirlere " gönülden yardım " ile propaganda yapmaları karşılığında İsrailoğullarının rüşvet talebini kabul ediyor. Yani abidik cukkaları alır, “ kötülüklerinizi örterim ” diyor. Ama İsrailoğulları para verip günahlarını sıfırlatırlarsa daha sonra geri dönemeyecekler yalnız. Sonra inkar minkar yok ! Sizce Allah burda ne yapıyor ?yoksa bu pazarlıgı yapan Muhammed olmasın ??

-İslam Hakkında Bilinmesi Gerekenler-

İslam Hakkında Bunları Biliyor musunuz?

Allah isminin putperestlerin inandığı en büyük tanrı olan El-İlah’tan geldiğini,

- İnsanın çamurdan yaratılış hikayesinin ve tufan efsanesinin Eski uygarlıklarda Sümer, Mısır ve Roma yazıtlarında da geçtiğini,
Sümerlilerde Adem toprak demek, Havva ise omurilik demektir. Kabil ilk katil, Habil ise ilk ölen insan demektir.

- Muhammed’in annesinin, babasının ve amcasının tek tanrıya inanmadığını, Kur’an’a göre kafir sayıldığını ve ebedi cehennemliklerden olduğunu,

- Muhammed’in cariyeleriyle birlikte eş sayısının tam olarak bilinemediği, bilinen isimlerle
toplam hareminin 40’tan fazla olduğunu,

- Muhammed’in 52 yaşındayken 6 yaşındaki Ayşe ile evlendiğini, Ayşe’nin 9 yaşında iken sokakta oyun oynarken alınıp peygamberle gerdeğe sokulduğunu,

-Muhammed’in evlatlığı Zeyd’in eşi Zeynep’ten hoşlandığını, Zeyd’den boşanan Zeynep’i de eşleri arasına kattığını,

- 5 vakit namaz, oruç, abdest, hac, zekat, kurban ve sünnet, cennet, cehennem, ahiret, Sırat köprüsü, cin, şeytan vb. inanışların İslam’dan önce de olduğunu,

- Putperestlerin de İslam öncesi Hacda tavaf, Arafat’a çıkma,
Safa ve Merve arasında 7 kez gidip-gelme,
Hacerül Esved taşını öpme ve şeytan taşlama yaptığını,

- Kur’an’da ezan, sünnet, Kabir azabı, Sırat köprüsü, Ramazan ve Kurban bayramı, teravih ve bayram namazı, mehdi ve deccalin yazılı olmadığını,

- Türklerin tarihte en büyük vahşet ve katliamı Araplardan gördüğünü,
Emevi Arapların Türkleri kılıç zoruyla Müslüman yapmak için 70 yıl boyunca savaştığını,
100.000’in üzerinde Türk’ün kesilerekağaçlara asıldığını, onbinlerce kız çocuğun cariye, erkek çocuğun köle yapıldığını,

- Said Nursi’nin Abdülhamit tarafından tımarhaneye atıldığını,

- Osmanlı padişahlarının hiç birinin Hacca gitmediğini,

- İbrahim’in babasının adının Tevrat’ta Tarah iken, Kur’an’da Azer olarak geçtiğini.

-Kıble, İslam’ın İlk Yıllarında Neden Kudüs’tü?-

Müslümanlar kıble olarak önce Kudüs’ü sonra Kabeyi seçmişlerdir.

Bu durum Bakara/ 142-145 ayetlerinde açıklanır.
Bakara-142. İnsanlardan bazı beyinsizler; «Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?» diyecekler. De ki; «Doğu da Batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.»

Kıble değişikliği bir çelişkidir ve Yahudilerle yaşanan çekişme neticesinde çıkmıştır.

Halbuki madem önceki toplumların ve peygamberlerin de namaz kıldığı iddia edilir, öyleyse onların kıblesi neyse yine o olmalı ve hiçbir şartta değişmemeliydi.

-Şeytan'ın Günlüğü-

Sevgili günlük,
Gözümü açtım. Karşımda tuhaf bir tip beni süzüyordu. Meğer beni o yaratmış. Eh, teşekkürler.

Sevgili günlük,
Bu gün hayattaki ikinci günüm. Bulunduğum mekân çok rahat. Her taraf rengârenk. Ortam çok sıcak ama ya da bana öyle geliyor. Yaratıcımın söylediğine göre hammaddem ateşmiş. Sıcaklığım ondan olsa gerek.

Sevgili günlük,
Ortama yavaş yavaş alışıyorum. Yaratan benimle epey ilgileniyor. Her şeyi öğretti bana kısa sürede. Bulunduğum mekanın adı “Cennet” miş meğer. Süper güzel bir atmosfer, ortalıkta bir sürü şirin şirin canlı var, rengarenk kuşlar filan. Her yerde dereler akıyor, ben içlerine girince suları kaynıyor. Çok eğlenceli. Derelerden birinin suyunu içince de müthiş kafa yapıyor, adı Kevser. Bu Yaratıcı da ilginç bir eleman. Canı sıkılıyor herhalde, sürekli bir acayiplik icad ediyor, onunla eğleniyor.
(hayran notları)

Sevgili günlük,
Bu gün sabah şöyle biraz dolaşayım dedim, bir de baktım ki ortalık kanatlı kanatlı yaratıklarla kaynıyor. Sürü halinde doluşmuşlar bahçelere filan. Öbek öbek geziniyorlar. Kovalayayım gitsinler dedim ama öyle üç beş tane değil ki, sürüsüne bereket. Meğer bizim Patron kendine tapınsınlar diye yaratmış hepsini. Adları “melek”. Asap bozucu, sinir yaratıklar. Işıktan yaratılmışlar. Pırıl pırıl, gözümü alıyorlar. “Niye yarattın ki bunları, ne güzel ikimiz takılıyorduk sakin sakin” dedim, beni azarladı. Ondan iyi mi bilecek mişim? İyi tamam senden iyi bilmiyoruz da bu kadar fazla yaratmanın ne alemi var ama di mi?

Sevgili günlük,
Hiç huzurum kalmadı Cennette. Kafamı nereye çevirsem melek sürüsü var. Üstlerine basmamak için zıplaya zıplaya dolaşmak zorunda kalıyorum. Meleklerin işi gücü Patron’a tapınmak, bir kısmı yerlere kapanmış vaziyette, kimi çömelmiş, kimi iki büklüm eğilmiş duruyorlar. Öyle “kısım” dediysem az buz değiller ha, ellişer bin, yüzer bin. Bu ne hırstır kardeşim, yarat üç beş tane bir kenarda takılsınlar, secde mi ediyorlar, rüku mu, ne yapıyorlarsa yapsınlar. Ellibin tane nooluyor anlamadık ki. Bir şey söyleyince de bozuluyor. 4 tane de şef yaratmış. Başmelek oluyorlarmış kendileri. Onlar sürekli Patron’un etrafında dolanıp duruyorlar. Arkadaşlarla biraz konuşayım dedim ama pek burunlarından kıl aldırmıyorlar beyzadeler.”Şu melekleri toplayın bir tarafa da ayakaltında dolaşmasınlar” filan dedim. Mırın kırın ettiler, gerginlik oldu. Pek hazzetmedim heriflerden. İçlerinden bir tek Azrail’i sevdim, fena çocuk değil, hoşsohbeti var biraz.

Sevgili günlük,
Patron’la ile aram iyice limoni olmaya başladı. Bir afra bir tafra. Tamam, yarattıysan yarattın, ben mi yalvardım sanki yarat diye? Hem baştan biliyorsun madem her şeyin böyle olacağını ne bozuk atıyorsun. Ne yapsak fırça yiyoruz. Bu gün bahçede bir ağaca yaslanıp uyuyakalmışım, ağaç tutuştu. Çok fena azar işittim. Tuğba ağacıymış, çok değerliymiş, bilmem neymiş. Hem ateşten yaratıyorsun, hem de bir ağacı yaktık diye bağırıp çağırıyorsun. Dün de Kevser ırmağına girdim, biraz yüzeyim neşemi bulayım diye, bir sürü surat yaptı. Ben girince suyu kaynamış, o sıcak sevmiyormuş kevserini. Zaten akşama kadar kevserle kafa çekip acayip acayip şeyler yaratıyor, başka bir numara yok. Hadi, saygıda yine kusur etmiyoruz ama olmaz ki canım böyle de.

Sevgili günlük,
Bizim Patron kafayı tapınma olayı ile bozdu. İlla her şey kendine tapınacak. Bu nasıl bir egodur anlamadım ki ben. Kendisini her gördüğümüzde yerlere kapanmamızı istiyor. Uzaktan görünce yolumu değiştirmeye başladım artık. Günde elli kere yat kalk yat kalk, bıktım yahu. Zaten bir sürü meleğin var sürekli yalakalık yapan, benden ne istiyorsun. Bırak da huzur içinde var olayım şurada kendi halimde. Melekleri yarattığı yetmedi, bu gün de bütün gün kumlardan yeni bir şeyler yaratmayla uğraştı. Yine bir icat çıkaracak ama hadi bakalım.

Sevgili günlük,
Sonunda olacağı buydu. İpler koptu bu gün. Patron’la feci kapıştık. Kumla çamurla oynarken kendine benzeyen bir tipçik yaratmış. Bir telaş herkesi huzuruna çağırdı, yeni oyuncağı ile tanıştırdı. Adı “Adem” miş. İyi, güzel, güle güle kullan filan dedik. Sonra bizimki tutturmasın mı “Bunun önünde secdeye varın” diye. Haydaaa. Melekler her zamanki yalakalıkları ile hemen yattılar yere. Ben yatmadım. Niye yatayım yahu. Hadi seni görünce, uğraştın, yarattın, ettin diye hürmetimizden secde ediyoruz, ama bu çamurdan ucubenin önünde niye secde edeyim. Tutturdu illa secdeye yatacan. Bir de bir şeye takınca takıyor ha. Yatarsın yatmazsın derken tepem attı, inceldiği yerden kopsun anasını satayım dedim, iyicene diklendim, O da “siktir ol git o zaman, bir daha da gelme bu mekana” dedi. Duranda kabahat. Bavulumu topluyorum şimdi, ama gitmeden önce iki çift lafım olacak.

Sevgili günlük,
Cennetin dışındaki ilk günüm bu gün. Çok sinirliyim çook. Cennetten kovulduğum için zerre kadar pişman değilim, ama o lavuğun önünde secde ettirmeye kalktı ya beni, işte o çok koydu. Bunun intikamını çok fena alıcam ama ben. Kendine de söyledim zaten gitmeden. “Sen bu arkadaşı sana tapınsın diye yarattın ama çok beklersin. Herifin gözlere baksana fel fecir okuyor, ilk fırsatta sana madik atar, şirk koşar, küfre düşer bu deyyus” dedim.

“Nerden biliyorsun” dedi, “bizim de bir bildiğimiz var herhalde, her şeyi bir tek sen biliyorsun sanki” diye cevap verdim. Çok kızdı.

Elbette her şeyi bir tek o biliyormuş, ben ne anlarmışım, bu çamurdan yaratık şöyle üstünmüş, böyle süpermiş, kendisine saygıda gram terbiyesizliği olmazmış falan filan.

“Var mısın bahse” dedim, atladı hemen seninki. İddiaya girdik. Ben kazanırsam eşyalarını toplayıp cenneti komple bana bırakacak. O kazanırsa beni cehenneme atacakmış. Hehehe, o sinirle beni ateşten yarattığını unuttu zahir. Cehennem benim için tatil köyü gibi bir yer. Zaten cenneti o gıcık meleklerle doldurduğundan beri vaktimin çoğunu orda geçiriyordum. İddiayı kazansam da kaybetsem de sonunda kazanan ben olacağım yani.

Bahsin konusu da şu; kıyamet gününe kadar o çamurdan mendeburu Patron’un aleyhine kumpasa getirecem. Getiremezsek mağlubuz. Ama ben kazanacam, alıcam cenneti elinden. İlk işim de sinir bozucu melek ordusunu komple kapı dışarı etmek olacak. Bir tek Azrail’e kıyak geçerim. İsterse kalır o.

Sevgili günlük,
Bu gün bütün gün cehennemde ense yaptım. Akşamüzeri Azrail Patron’a çaktırmadan sıvışmış, ziyaretime geldi. Eksik olmasın, tek yakınlık gösteren o kaldı bana bu mekânda. Taze Cennet havadislerini getirdi. Patron o yaratıktan bir tane daha yapmış. Değişik bir versiyonmuş bu da. Adını “Havva” koymuş. İkisine birden genel olarak “İnsan” diyormuş.

Sevgili günlük,
Bu insanları cennetten çıkarmanın bir yolunu bulmalı. Orada oldukları sürece elimden bir şey gelmez, çuvallar bahsi kaybederiz. Şunların yanına sokulmayı bir becerebilsem biliyorum ben yapacağımı ama Patron cennetin güvenliğini arttırmış ben girmeyeyim diye. Kapıda bir sürü nöbetçi melek dineliyor, başlarına da Cebrail’i dikmiş, kuş uçurtmuyorlar içeri. Ateşten yaratılmanın da bu dezavantajı var, sürekli parlıyoruz, kamufle olup girmek mümkün değil. Kılık değiştirip sızmayı denesem mi acaba?

Sevgili günlük,
O kadar mutluyum ki anlatamam, sevincimi tarif edecek kelimeler bulmakta zorlanıyorum. Üç beş başarısız denemeden sonra nihayet yılan kılığına girip içeri sızmayı başardım. Bir süre çaktırmadan Adem’le Havva’yı seyrettim. Adem sinir bir tip, kolay kolay oyuna gelecek gibi değil, ama zayıf bir yanı var; Havva ne derse onu yapıyor. Havva’nın aklıysa bir karış havada. Onun üzerine yoğunlaştım. Bir ara baktım yasak ağaca doğru gidiyor, hemen düştüm peşine. (Bu ağaç da niye yasaktır, anlamadım gitti, her halt serbest bir bu yasak). Neyse, çıktım karşısına, fazla seremoniye girmeden direk mevzuya daldım.” Niye yemiyorsun ki bu ağacın meyvesinden hâlbuki süper lezzetli” filan dememe kalmadı, Havva hemen bir tane koparıp attı ağzına. Bu kadar kolay olacağını hiç tahmin etmemiştim açıkçası. Meğer dünden razıymış haspam. “Git yarısını da Adem’e ver, hepsini kendin yeme, ayıp” dedim, koşa koşa gitti salak. Dedim ya, Adem, bu ne derse onu yapıyor. O da yedi. Hehehe. Patron duyunca kudurdu tabii. İkisini de kapı dışarı etti. Dünya diye bir mekan var, oraya şutlandılar. Bu arada ben de kıçıma sıkı bir tekme yedim ama değer doğrusu. Bundan sonra işim çok kolay olacak çok. İddiayı şimdiden kazandım sayılır.

Sevgili günlük,
Adem’le Havva, Dünya’ya iner inmez hiç zaman kaybetmeden üremeye başladılar. Kendilerine benzeyen iki tane daha insan peydahladılar. Birinin adı Habil, öbürününki Kabil. İnsan yavruları ufak geliyor önce ama hemen büyüyorlar. Adem’le Havva’ya deşifre olduk, yaklaşamıyoruz artık ama Habil’le Kabil henüz beni tanımıyor, kolay lokma olacaklar.

Sevgili günlük,
Evet, dakika bir gol bir...

Bu bizim Habil ile Kabil biraz büyüyür büyümez hemen Patron’a yaranma çalışmalarına başladılar. Cennet’e geri döneceklerini sanıyorlar akıllarınca. bir yaltaklanmalar, adaklar adamalar, akıllara ziyan hareketler filan. Geçen gün, Habil adak olarak koyun kesmiş, öbürü de buğdayla meyve hazırlamış, güzelce paketlemiş. Ama Patron Kabil’in adağını beğenmemiş. “Naapiyim meyveyi ben, cennet meyve dolu zaten, çoğunu yemiyorum bile ağaçta çürüyorlar, buğday da çiğ çiğ bir halta benzemez, öğütmekle un yapmakla filan da uğraşamam” diye ağız bükmüş. Koyunu almış, “ooo, nefis mangallık et” demiş, Habil’e bir sürü iltifat etmiş. bir gittim ki Kabil sıkkın sıkkın oturuyor. İki fıştaklayayım da arıza çıksın diye “Habil’i senden çok seviyor işte, sen burada kalacaksın o gidecek cennete” dedim. Daha lafımı bitirmeden eleman yerden bir kaya parçasını kaptığı gibi kardeşinin kafasına geçirmesin mi? Höh, oha, çüş. Ben, en fazla biraderini biraz tartaklar, küfür söz söyler filan diye bekliyordum, resmen cinayet işledi bebe. Nasıl bir hırs yaptıysa artık. Hemen kalktım cennete gittim, Cebrail efendiye; “Git Patron’a söyle bahsi ben kazandım, boşaltsın cenneti” dedim. Ama Patron; “Bu sayılmaz, ben daha –başla- dememiştim, hazır değildim” filan diye bir sürü mızıdı. Neyse çok derdim değil, nasıl olsa kazanacağım aşikâr artık. Bu çamur mayalı insanlarla işim fazlasıyla kolay olacak. Madem bu sayılmaz, ikinci sefere daha büyük pislik çıkartayım da görsün.

Sevgili günlük,
Patron’un bahsi kaybetmemek için çamura yatacağı taa ilk günden belliydi.

Adem’in soyu üredikçe üredi, her yeri doldurdular. Bu arada İnsan’larla ilgili çok önemli bir şey keşfettim, nerede çokluk var orada mutlaka bir bokluk çıkartıyorlar. Fazla uğraşmam gerekmiyor bile, bir ikisine hafiften gaz veriyorum hemen bir maraza yaratıyorlar. Çoğu zaman bana hiç gerek duymadan kendi kendilerine mükemmel işler çıkartıyorlar. Bu arada, bazılarına suni olarak üzüm suyundan nasıl kevser üretilebileceğini gösterdim. İki kadeh içtiler mi öyle bir zırvalıyorlar ki ben bile şaşıyorum yaptıkları işlere. Çok kısa bir süre içerisinde bütün kavimler yoldan çıktı. Kimini ben dürteledim biraz, ama çoğu kendi kendine pişti. Hehehe. Tam “işte şimdi başka bahane bulamaz, ben kazandım” diyordum ki, Patron bir sel yarattı dünyada, bütün elemanları boğdu. “Nuh” diye birisini seçmiş aradan sadece, bir gemi yaptırmış buna, içine bir sürü hayvan doldurtmuş çifter çifter, geri kalan herkes geberdi gitti.

Bu kadar da mızıkçılık olmaz ki canım. Gittim, çaldım kapısını, huzuruna vardım. “Nooluyor” dedim. “Bu da sayılmaz” dedi.” Ne demek yahu sayılmaz, bal gibi ben kazandım işte, hem niye boğdun adamları?” diye sorudum. Baştan başlayacakmışız. Onun hakkı üçmüş, üçüncü maçı da alırsam ancak kazandım sayılırmış. Ohooo, var mı öyle iddianın ortasında kuralları baştan yazmak. Neyse, terbiyemi bozmayayım diye bir şey demedim. İki kere kazanan üçüncüyü de kazanır nasıl olsa. “Sen ufaktan ufaktan bavulunu toplamaya başlasan iyi olur” dedim sadece. Cennetten çıkarken şöyle alıcı gözle bir baktım, kendime güzel bir yer beğendim, villa yaptırıcam tapuyu alınca. Ben gittikten sonra arkamdan bir sürü konuşmuş, yok lanetlenmişim, yok rezilmişim, anca cehennemin dibine gidermiş falan filan. Görecez bakalım kim nereye gidiyor.

Sevgili günlük,
Bir süredir bekliyordum Nuh efendinin kavmi çoğalsın diye. Çokluk-bokluk teorim bir kere daha ispatlandı. Eleman sayısı artar artmaz arıza yaratmaya başladılar dünyada. Bir de pek alıklar. Hemen unutuyorlar her şeyi. Bu gün bir baktım, ottan tezekten tuhaf tuhaf heykeller yapmışlar onlara tapınıyorlar. Güzeel. Yorulmadan üçüncü raundu da alıcaz anlaşılan. Keyfim pek bir yerinde.

Sevgili günlük,
Bizim Patron bu sefer yenilgiye uğramamaya azimli anlaşılan. Bu mankafa insanlar hemencecik unutuyorlar diye, her bir şeyi yazıp göndermeye başladı. Musa diye birine 15 maddelik bir şey yazmış vermiş. Ama şapşal, yazılı tabletlerden birini düşürüp kırınca 10 madde kalmış geriye. Patron da kızıp bir kitap göndermiş ki akıllara zarar. Ben diyeyim 300 sayfa, sen de 500. Tuğla gibi. Tabii insanoğlu o kadar kalın kitabı okumaya üşendiği için yine kafalarına göre davranmaya başladılar. Ben de biraz destek attım. Altından bir buzağı yaptırttım, bu daha güzel buna tapının dedim, hemen inandı andavallılar. İşler aleyhine dönünce Patron durur mu, baktı bahis gümbürtüye gidiyor müdahale etti, adamların üzerlerine yıldırım filan attı, arbede çıkardı, bir sürüsünü helak etti. Elemanlar da tırstı iyice. Neyse bir süre daha bekleyelim bakalım ne olacak.

Sevgili günlük,
Musa’nın kavmini tam kıvama getirmiştim ki, İsa diye bir şey çıkardı bizimki ortaya. İnsanoğlu kolay etkileniyor diye bunu bizzat kendi yarattı koydu. Nasıl da sinir bir tip anlatamam. Suratına tokat çakıyorsun herif öbür yanağını çeviriyor. Tükürsen “yağmur mu başladı ne” diyor. O derece yani. Neyse, İsa’nın yaşadığı kentteki Musa’nın adamlarını fıştakladım biraz, Vali’yi filan gaza getirdim, atsınlar içeriye bunu da sesi soluğu kesilsin diye. Bu insanoğluna da gaz vermeye gelmiyor ha. Vur deyince öldürüyorlar. Tuttular İsa’yı çarmıha gerdiler. Yahu, el insaf birader, ben size çocuğu çiviyle tahtaya mı çakın dedim? Hiç acıma yok bunlarda da. Amaan, bana ne, ben sonuca bakarım. İşler yine benim lehime döndü. Karmaşadan istifade, Patron’un İsa’ya verdiği kitabı afırdım. Ellerinde yazılı bir şey olmayınca yine sapıttı bunlar. Akıllarında kaldığı kadarıyla her önüne gelen bir kitap yazmış, seksen-yüz tane farklı sürüm çıkarmışlar ortaya, hiç biri öbürünü tutmuyor diye, sözü geçenler habire toplantı yapıp duruyorlardı. Orta bir yol bulacaklar güya. Son toplantıda araya kaynak yaptım. “Yaradan nasıldır, kimdir, bir kişi midir, nedir” diye konuşup duruyorlardı. “Bunlardan aslında üç tane var” diye bir maval attım, “Baba-Oğul-Kutsal Ruh, kartel gibi yönetiyorlar alemi” dedim, yediler embesiller. Üçüncü gol de geliyor, az kaldı. Villa’nın planlarını çizdim bu arada, direkman Kevser ırmağından hat çekicem, musluktan akıtıcam.

Sevgili günlük,
Çok çekişmeli gidiyoruz Patron’la. İsa planını bozduk ya, bu sefer Muhammed diye birini sardı başımıza. Arap kavminden bir tüccar. Uyanığın önde gideni. Muhammed’i duyar duymaz yine cennete çıktım. Cebrail, kapıdan geçirmemek için çok uğraştı ama ben yaygara kopartıp olay çıkartınca mecburen aldı içeri. Hemen huzuruna vardım, açtım ağzımı yumdum gözümü. “Ama böyle zırt pırt peygamber göndermek olmaz” dedim. Hep o mızıklanıyor, bu sefer de ben söylendim durdum. “Kaçtır tam ben kazanıcam, bir numara yapıyorsun” diye bağırıp çağırdım. “Tamam bu son, başka Peygamber göndermiycem, kazanan galip sayılır” dedi. Hadi hayırlısı. Pek inanasım yok ya neyse, yine bir son dakika dümeni çevirir gibime geliyor. Kesin ben gittikten sonra arkamdan da konuşmuştur, lanetli, rezil vs. diye.

Sevgili günlük,
Son kitabı benim yürüttüğümü ispiklemiş galiba birisi, bu sefer işini sağlama aldı, kitabını doğrudan Muhammed’e vahyediyor. Ama geçen gün sureleri indirirken baktım Muhammed’in aklı başka yerde, boş boş bakıyor, arkadan usulca yanaşıp ben de öbür kulağına fısıldamaya başladım. Kafası karıştı garibin, Patron’un söylediklerinin yerine benim fısladıklarımı yazdırdı kitaba. Patron sinirinden delirdi tabii duyunca. Günlerdir düzelticem diye uğraşıyor. Çorba ettiler iyicene. Hehehe.

Sevgili günlük,
Bu Muhammed’in ümmeti şimdiye kadar gördüklerimin arasında en arıza olanlar çıktı. Önceleri elde kılıç, önlerine geleni kesip biçiyorlardı, sonra gelişen teknolojiden faydalanmaya başladılar, şimdilerde paso sağı solu patlatıyorlar. Zaten topraklarında petrol bulup çıkarttılar, bitleri de kanlandı. Para gani, elleri her tarafa uzanıyor. Ben hiç karışmadım yeminlen. Ne ettilerse bir başlarına ettiler, dünyanın da içine ettiler bu arada.

Sevgili günlük,
Artık galibiyetim inkâr edilemez şekilde son derece net bir hale gelince, çıktım dayandım bunun kapısına. Bir şey söylemesine fırsat bırakmadan aldım sazı elime. “Bu da mı gol değil, ha söyle, bu da mı gol değil” dedim. “Üç dedin, 3-0 yaptık olayı daha mızıkçılık yapma, boşalt cennetimi, ben kazandım” dedim. Öyle değil de şöyle de, böyle de diye lafı evirdi çevirdi, en sonunda kabul etmek zorunda kaldı. “İyi be tamam, sen kazandın” dedi. İsrafil’e bir şeyler söyledi. Eleman elinde gezdirip durduğu düdüğe bir üfledi, dünya sizlere ömür. Ben de o tuhaf düdük (sur mu ne) ne işe yarıyor acaba diyordum. Meğer bunun içinmiş. Her şey baştan planlı yani.

Neyse, dünya bir anda toz bulutuna dönüşünce nalları diken bütün insanoğlu mahşer yerine birikti. Akılları sıra cennete girecekler, ama bizim Patron’da numara biter mi hiç? Cennetin kapısına giden yola bir köprü yapmış ki bu kadar olur. Kıldan ince, kılıçtan keskin. Oha dedim. Geçmeye kalkan ya kayıp düşüyor, ya ikiye biçilip cehennemin dibini boyluyor. Bazısı kurban diye kestiği koçların üzerine binip geçmeye çalıştı ama nafile, geçebilen olmadı. Herkesi tıktı cehenneme. Sonra bana dönüp; “Seni de başlarına genel müdür yaptım, git orda ne halin varsa gör” dedi. Hoppalaa, buyur buradan yak. Biliyordum ama ben yine bir son dakika çelmesi yiyeceğimi. “Hani cenneti verecektin” diye karşı çıktım, “Burasının bakımı çok zor, bir başına çekip çeviremezsin, eline yüzüne bulaştırır helak edersin canım bahçeyi, bakabileceğini bilsem vereyim ama yapamazsın” dedi. Diklenecek oldum, üzerime yürüdü, hadise çıkmasın diye uzadım. “İyi aman, al cennet senin olsun, çok meraklıydım sanki, iddiayı ben kazandım ya o bana yeter” dedim. Çıktım gittim. Şimdi cehennemde sabahtan akşama kadar insanoğluna işkence edip duruyorum. Bizimki nasıl olsa yine rahat duramaz, bir tuhaflık yaratır. Bu işin rövanşını da yaparız elbet. O villayı bir gün mutlaka yaptıracağım, musluklarından kevser akacak.